Sakindi Oranın Şafakları...
1 gün önce
1 gün önce
1 hafta önce
2 ay önce
2 ay önce
Devrimden Sonra film... İzmir F Tipi Cezaevi yönetimi Ali Karatay isimli h...
‘Sinemaya kele... ABD'de sinema salonları, Grinin Elli Tonu izleyici...
Senarist Önder Çakar... Gemide ve Takva filmlerinin senaristi Önder Çakar,...
‘Nymphomaniac&... 14 Mart'ta ilk bölümü vizyona girmesi planlanan La...
Birçok yerli film festivalinden ödüllerle dönen Mahmut Fazıl Coşkun’un yönettiği “Yozgat Blues” geçen hafta gösterime girdi. Kimliksizliğiyle dikkat çeken film, “taşralaşan kenti, kentleşen taşrayı” memleket gerçekleriyle ilişkilendirmeden anlatmaya soyunuyor.
Bu film üzerine yazmak zor. Yine de yazmak durumundayız.
Lezzetli ve hüzünbaz bir film “Yozgat Blues”. Sadece mekanın tüketim kalıplarına teslim olan yaşanmışlıkları kuşatması anlamında değil, bu yaşanmışlıkların taşrada yitip giden anonimleşmiş kişiselliklere açılan boyutlarını sergilemesi anlamında da boyutlanıp serpilen bir yapısı var. Üstelik sözünü de sakınmıyor: Yalnızlık çoğulluktan kaçış mı, yoksa seçilmiş bir bedeli ödemenin erdemi mi? İyi ama iktidar tam da bu erdemlilik arayışlarına yönelen o bakışın masumiyetini ezmesiyle kurmuyor mu iktidarını? Yüzleşmek bu kadar zordur işte! Hem de Samson ve Delilah mitolojisinin kapılarını tekmeleyerek açmayı göze almayı gerektirecek kadar zor…
Bu tür bir girişi beklemiyordunuz değil mi?
Beklemeyin zaten. Az önce giriş paragrafında yazdıklarım deli saçması… Bir takım kelimeleri yan yana, filmin yönetmeniyle yapılan söyleşilerden de birkaç unsuru bir araya getirip Türkçenin gramerine aykırı olmayacak bir kaç cümle kurdum, o kadar.
Ama “o kadar”la kalmıyor maalesef. Türkiye’de sinema yazınının geldiği nokta bu girişle özetlenebilir. Anahtar sözcüklerimiz ve anahtar duygularımız var: Kuşatma, tüketim, iktidar, anonimlik, taşra; hüzünbazlık, yaşanmışlıklar, yalnızlık, erdemlilik, masumiyet, arayış; yüzleşmek, kapıları tekmeleyerek açmak vb. Bu kelimeleri istediğiniz kombinezonlarda dizip sinema yazarlığı yapabiliyorsunuz bu memlekette…
Yozgat Blues’un yapılış mantığı da buna yakın.
Anahtar sinemasal uygulamalarımız var: Uzunca plan süreleri, pencereden dışarı bakmaca, ters ışıklar, alan derinliği netliği ile oynamaca, yakın ve çok yakın plan ölçekleri… Bu uygulamalarla çektiğiniz birtakım planları arka arkaya dizince film oluyor mu?
Yok, olmuyor. Karşımıza çıkan, sinemacılık oynamaya soyunmuş küstahlığın yüzü oluyor.
Film ne anlatıyor
Yozgat Blues, bir belediyenin açtığı kurslardan birinde müzik öğretmenligi yapan ve yaşlılığın kapısını çaldığı bir müzisyenin, kurstaki bir öğrencisiyle birlikte Yozgat’a bir müzikholde çalışmak üzere gidişi ve orada başından geçenleri hikaye eden bir film. Karakterler yalnız, donuk, “ol“ denmişler ve olmuşlar. Ne bir kişisel tarihleri var, ne de hayatla bir alıp veremedikleri.
Elimizde bunlar var ve başka hiçbir şey yok.
Ne karakterleri bize anlatacak ve “hissettirecek” bir olgusallık, ne bir hikaye, ne bir olay, ne de istemler. Niye Yozgat’a gidiyorlar, ne bekliyorlar, kaçmak mı istiyorlar, neden bunu istiyorlar, neydiler, ne oldular… Hiç.
“Sanat filmi” denen kategori, memleketimizde iyice saçmalaşmış durumda. Bu kategori neden var ve nasıl oluştu, bu kategorinin bugün bir karşılığı var mı bu topraklarda? Sanat nedir ki? Belli ki yönetmen de, senaryo yazarı da bunları “aşmışlar”. Taşra nedir, kentin taşralaşması, taşranın kentleşmesi ne demektir, bunları da “aşmışlar”. Neden taşrada geçen bir film çekiyorlar? Taşra onların temsil ettikleri gibi bir mekan ve sosyallik mi? Bu ve benzeri soruların hiçbir karşılığı yok filmde.
Soru sorabilmek bir sanatçının yaratımında temel önem taşıyan unsurlardan biridir. Soru sormak ve bu soruyu bir bağlama oturtabilmek söz konusu olmadığında, yaratım donuklaşır, tıkızlaşır ve anlamsızlaşır. Bunun hazin örneklerini, resim alanında görebilmek çok mümkün: Şurada burada açılmış resim atölyelerinin duvarlarına asılı ve belki biri alır diye bekleyen, teknik açıdan çok da kötü olmayan natürmortlar, peyzajlar, portreler ile çoğu insan karşılaşmıştır. “İyi” bir tablo ile bunları ayıran temel fark, tam da bu soru ve bağlam meselesindedir işte…
Sinema: Zaman,
mekân, insan
Bir de bu var başımızda: “Film bir hikayeyi değil, durumları anlatıyor.”
Bir filmin bir hikayeye sahip olması ne demek; bir filmin bir hikaye değil de durumları anlatması ne demek; diyelim ki bu matah bir şey, sinema ya da sanatların geneli söz konusu olduğunda böyle bir eğilim tarihsel olarak neden oluştu; bir hikayeyi ya da hikayeleri anlatan bir film “kötü” veya “zayıf” mıdır, neden böyledir?
Nâzım Hikmet, sanatçının sosyal ve doğa bilimleriyle yakın ilişki kurmasının önemine değindiği bir yazısında “şairin alim olması şart değildir ama cahil olmaması şarttır” diyordu. Maalesef görünen o ki, sanat alanında boy göstermeye cüret edenlerin belli bir kısmı için bu mesele gündemden tamamen çıkmış.
Gerçekliği filmsel zaman ve filmsel mekan olarak yeniden-üreten sinema açısından bu mesele yaşamsal bir önem taşır oysa ki. İzleyiciye sunduğu “zamanlar”ı ve “mekanlar”ı neden tercih ettiğini kavramış olmalıdır sinemacı. Canı öyle istediği veya hissiyatı öyle gerektirdiği için öyle yaptığını söyleyen bir sanatçı, sunduklarının ötesinde, asıl olarak sunmadıklarıyla, yalan söylemenin eşiğine gelip dayanmıştır.
Yozgat Blues filminde izleyiciye sunulan zamanlar (karakterlerin kurduğu ilişkilerin, yaşadıkları olayların cereyan edişinin sinematografik ifadesidir bu), bir mantık ve anlam taşımak zorundadır. Ana karakterlerden Yavuz neden babasının ölümüne o kadar ilgisizdir, neden kurs hocalığı yaparken Yozgat’a gitmiştir; bir diğer ana karakter Neşe kimin nesidir ki İstanbul’u bırakıp Yozgat’a gidip orada bir kuaför ile evlenip kalmıştır; yan karakterler neden vardır filmde, olmasalardı ne kaybederdik, hep yanıtsız sorular.
İzleyiciye sunulan mekanlar ise soru sormayı bile gerektirmeyecek kadar kimliksizdir. Ne müzikhol, ne otel, ne radyo, ne Yozgat şehrinin kendisi… Bunu “mekanların kimliksizleşmesine dönük eleştirel yaklaşımı filme yedirmek” olarak sunmak ise basbayağı acayipliktir. Mekan bir filmde ana roller kadar önemli bir unsurdur oysa ki…
İnsan boyutuna gelince, Yozgat Blues’un asıl küstahlığı ortaya çıkıyor. Anlattığı ana karakterler de, yan karakterler de, yaratıcıların “canı öyle isteme” halinin oyuncakları olmuşlar. Duyguları, düşünceleri, arzuları, küskünlük ya da umutları, yaratıcıların değer ve önem verdikleri “haller” olmaktan uzak, dertlerini yüreklerinde hissetmedikleri apaçık eğlence nesnelerine dönüşmüşlerdir. Film boyunca sürekli tekrarlanan “şanson” (!), yerel radyocunun “tripleri”, bir evde gerçekleşen “sohbet” sahnesi, evliliğe adım atmaya yeltenen gençlerin “taşra kafesi” görüşmeleri ve daha bir dizi sahnedeki insanlar, komiklik unsuru olarak filmde diziliyorlar. İnsan elinde olmadan “hiç değilse şu anki pozisyonunuzu borçlu olduğunuz toplumsallığa saygı gösterseydiniz biraz” diye düşünüyor elinde olmadan… “Muhafazakarlık” kendine ve hayata böyle bakıyormuş demek ki!
“Hatırlamak” gereklidir
Yozgat Blues’la ilgili bir diğer konu, aldığı ödüller. Sinemamızın bir kolunun içinde bulunduğu acıklı halin ilanı bu ödüller aslında. Bu acıklı halin sinema yazarlarına, festival jürilerine, ne ölçüde sirayet ettiğinin bir göstergesi.
Hiç uzatmadan iki örnek verelim.
Gerçekçilik, ince gözlem, usturuplu mizah mı arıyorsunuz? Lütfen zamanınıza acımayın, oturup Modern Zamanlar’ı bir daha izleyin. Gerçekçilik, ince gözlem, insani duyarlılık mı arıyorsunuz? Lütfen Güney ve Ökten’in Sürü’sünü, Güney ve Gören’in Yol’unu bir daha izleyin. İsterseniz Akad’ın Gelin’ini de izleyebilirsiniz.
Anlattığı insanlara nesneymiş gibi yaklaşmayan, onların arzularına, umutlarına saygıyla ve değer vererek yaklaşan, karakterlerini içinde bulundukları halden çıkartmayı yaratıcılıklarının omurgası yapan büyük sanatçıların bakışını göreceksiniz.
“Bunlar geçmişte kaldı, artık başka bir dünyadayız” mı diyorsunuz?
Dünya başkalaştı ama trajedi devam ediyor.
Efendinin kölelerle alay ettiği bir çağdayız şimdi.
Blues bunun acısını yüreğinde hissetmektir, köleleştirilen emeğin müziğidir. Köleleştirilmeyi anlatmadan blues’dan bahsetmek, ancak efendiye yaraşır.