Ken Loach: İngiltere’nin İsra...
5 ay önce
5 ay önce
8 ay önce
9 ay önce
11 ay önce
Senarist Önder Çakar... Gemide ve Takva filmlerinin senaristi Önder Çakar,...
‘Nymphomaniac&... 14 Mart'ta ilk bölümü vizyona girmesi planlanan La...
Festival filmlerine ... Sinema Genel Müdürlüğü başvuruları devam eden İsta...
Martin Scorsese̵... Martin Scorsese'ın kızına yazdığı mektubu okuyucul...
Tunus’ta genç seyyar satıcı Buazizi, baskılara dayanamayıp kendini ateşe verdiğinde sadece Arap coğrafyasıyla sınırlı kalmayan birikmiş bir devrim dalgasını harekete mi geçirdi yoksa “Arap baharı”nın başlangıcından sonra ortaya çıkan eylemler tesadüften mi ibaret? Sizce “revolution”un içinde tersten okunan “love” neyin nesi peki?
“Occupy Love” (2012), Kanadalı genç yönetmen Velcrow Ripper’in “Scared Sacred- Ürkmüş Kutsallık”(2004) ve “Fierce Light: When Spirit Meets Action – Öfkeli Nur: Ruh Eylemle Buluştuğunda” (2008) isimli filmlerinden sonraki çalışması. Belgesel, “Wall Street’i işgal et” eylemlerini merkeze alarak hikayesini ABD’deki tepkiselliğin arkaplanını tarif ederek işe başlıyor. Küresel ısınma, çevre tahribatları ve gözü dönmüş kapitalist yağmayı en sivri örnekler üzerinden anlatırken “doğanın kutsallığı”nı vurgulamayı ihmal etmiyor. Kendi memleketi Kanada’yı da unutmadan tabi. Dünya enerji politikasının gelmiş olduğu içler acısı durumun muazzam doğayı da nasıl kendine benzettiğini, petrol çıkartmak için son çare olarak keşfedilmiş olan “katran kumları” yatakları üzerinden anlatıyor. Petrolün bu kadar azaldığı bir doğada şirketler artık petrollü kumu sıkarak enerji elde ediyorlar ki gerçekten trajikomik. Bunu yapmak için hektarlarca ormanın tıraşlanması gibi ufak bir sorunumuz da cabası. Doğanın insanoğlundan intikamını alış biçiminiyse ABD’nin her geçen gün daha da büyüğünü tahmin ettiği kasırgalar üzerinden vurgulayan film, arkaplanın tepkisellikle şişen havasını Tunuslu Buazizi’nin kendini yakmasıyla patlatıyor ve Ripper, bundan sonra benzerleri bir araya getirmeye başlıyor: Tahrir, İspanya ve sonunda merkez istasyonumuz Wall Street.
Bundan sonrası � ve geri kalanına odaklanıyor. Yönetmenin, Wall Street eylemcilerinin Tahrir’den feyz alarak kurduklarını iddia ettiği çadırlara yoğunlaştıkça filmin ekseni “çevre”den “merkez”e kaymaya başlıyor. Finans kapitalizminin ve enerji şirketlerinin üzerinden neo-liberalizmin kamuya saldırıları ve gelir eşitsizliği vurgulanıyor. Çadırlarda kurulan çevreci ve kolektif yaşam şekli üzerinden doğa anaya saygı ve ücretsiz kamusal hizmetlerin gerekliliğinin altı çizilirken adım adım “sosyalizm gibi bir alternatife” ulaşacağınızı düşünmeye başlıyorsunuz. Acımasız kapitalizm tarif edilirken “geleneksel” ekonomi politikten yararlanan film iş �’u tarif etmeye geldiğinde kapitalizmin karşısına “sevgiyle örgütlenme”yi koyuyor. Filmde bütün eylemliliklerde aslında bir alternatif arandığını vurgulayan yönetmen, sınıfsal temelli bir örgütlenmeden ve sosyalizm demekten kaçıyor. Aslında şimdilerde Evo Morales liderliğindeki Bolivya’da doğaya saygılı bir yerli iktidarının düşündüklerine yakın olduğu iddia eden Ripper, Morales’e cevabını alamadığı bir soru sorunca izleyici de bir daha düşünmek zorunda kalıyor.
Bütün bunları yaparken imgesel bir dille “belgesel kuruluğu”nu aşmayı başarıp izlenesi bir film ortaya çıkartan Ripper, röportaj yaptığı hemen hemen herkese “peki sizce bunu nasıl bir sevgi hikayesine dönüştüreceğiz?” diye sorunca filmde bi’şeyleri tam anlayamadığımız hissine kapılıyoruz. “Nerden çıktı şimdi bu sevgi?” demeyin. Film daha başlarken “Occupy Love” yazısının içinden sonradan anlayacağımız üzere “sevgiyle” örgütlenip en vahşi yırtıcıları bile alt etmeyi başaran sığırcık sürüsü ikinci kelimeye doğru uçuyor. Yönetmen, eylemleri anlatırken karşı tarafı sevgisizler “bizim” tarafıysa “sevgi aktivistleri” olarak gördüğünü kanıtlamak için eylemcilerin yaptığı dövizlerdeki “revolution” ve bunun türevi yazılara, ifadelere yakın plan yapıyor. !f’teki gösterimden sonraki söyleşide kendisinin bu “sevgici” bakış açısının eylemden önce varolduğunu ve eylemde gördüklerinin bu görüşünde yalnız ve haksız olmadığını kanıtladığını söyleyen Ripper, filmin sonundaki “devrimci sevgi”yi sembolize eden yumruk içinde kalp amblemini de yaparak inancını bir kez daha vurgulamış. Burada montajla ön plana çıkarılan bir durum yok aslında. Ciddi ciddi böyle bir algılayış oluşmuş. Filmde altı çizilen en temel meselelerden biri “sevgi hepimizi sınıf, ırk, din gözetmeksizin birleştirir” görüşü. Cümle çok “anayasal” gözüküyor ama sanırım Occupy hareketliliği �’u birleştirecek çimentoyu bu şekilde tarif ediyor.
Aynı vurgu, röportaj yapılan kişilerin seçiminde de etkili olmuş gözüküyor; genelde edindiğim izlenim konuşan kişilerin “doğacı bir uhrevilik” ve Muson Asyası’nın Budha’cılığıyla yoğrulmuş oldukları yönünde. Açıkçası filmde çoğu yerde “acaba bu ‘love’cular bir tarikat mı?” sorusu kulaklarınızda yankılanabiliyor. Önceki filmleri de değerlendirildiğinde Ripper’in anlattığı şekliyle Occupy hareketliliği, “çiçek çocuklar” ve “savaşma seviş” kavramlarının 21. yy versiyonu gibi duruyor. Kısacası Ripper, filmde konuştuğu birkaç rahip aracılığıyla da “sevgiyle” örgütlenmeyi salık verirken öncülerin olmamasını ve liderliğin pek de gerekli olmadığını övünülesi özellikler olarak anlatıyor.
Anlaşılan “revolution”da tersten okuyunca belli olan “love” bir tesadüf değil.
AYKUT EMRE – soL