Ken Loach: İngiltere’nin İsra...
5 ay önce
5 ay önce
8 ay önce
9 ay önce
11 ay önce
Senarist Önder Çakar... Gemide ve Takva filmlerinin senaristi Önder Çakar,...
‘Nymphomaniac&... 14 Mart'ta ilk bölümü vizyona girmesi planlanan La...
Festival filmlerine ... Sinema Genel Müdürlüğü başvuruları devam eden İsta...
Martin Scorsese̵... Martin Scorsese'ın kızına yazdığı mektubu okuyucul...
Yaşama sevinci nerede Türkiye sinemasında? Her şeye rağmen ve inadına yaşamak, nerede? Sevmenin, mücadele etmenin, dayanışmanın, üretmenin, paylaşmanın saadeti nereye gitti?
Gericileşmenin iki boyutu var: Yaşamın değersizliği ve anlamsızlığına vurgu, bu boyutlardan biri. Görünen o ki, Nâzım’ın Yaşamaya Dair şiirini kimse okumuyor artık.
Memleket ayağa kalkmıştı oysa ki…
Hal böyleydi de, bu filmler nereden çıkıyor peki? Bize ne anlatıyor?
Donuk, nabızsız, hantal, sevimsiz bir göğüs ağrısı gibi nefessiz bırakan sinema filmleri ile ne yapacağız? Bu halini bize sanat diye sunan sinema ile nereye gideceğiz?
Üzerinden altı ay geçti geçmedi oysa ki. Sönmedi de üstelik o ateş, beklenmedik bir anda bir yerlerde parlayıp duruyor, sönmediğini hissettiriyor. Yün yorgan veya yastıklar öyledir, yanmaya başladı mı, üzerine döktüğünüz su ateşi söndürdü sanırsınız ama bir anda parlar yeniden…
Peki o zaman izleyicisine “iç dünyana dön ve bak” diyen bir sinema ile nasıl olacak?
Biz değil miydik üzerimize yağan gaz bombaları ve mermilere, aramızdan koparılıp alınan yiğitlerimize kahrolduğumuz halde, kahkahalarla karşılık veren? Bu üzgünlük ve melankoliden başka duyguya aralık kapı bırakmayan filmler bize ne demek istiyor?
“Yekten” girince yazıya, böyle garipleşiyor durum işte:
Memleketin hali ve sanatın hali…
Bu toplumda yaşayan insanların çoğu için belki de epeyce afaki kaçacak bir tartışma başlığı bu. Melih Cevdet Anday’ın “Defne Ormanı” adlı ve “felsefe yapanlarla ekmek yapanlar” arasındaki ilişkiyi sorguladığı güzel şiirindeki gibi, bizim de bu meseleyi sorgulamamız, kurcalamamız gerekiyor oysa ki. Hem de “Allah yarattı” demeden…
Beklemeye kalmadı mecalimiz
Sinemanın üretim ilişkilerine yabancı olanlar için şunu vurgulayalım: Bir yaratıcı (tacirler konumuz dışında) bir film tasarlamaya başladığında, ben diyeyim altı ay, siz deyin bir yıl, o da en azı, oturup çalışır tasarısı üzerinde. Aşağısı kurtarmaz. Sonra yapım hazırlıkları yapılır, mekandı, oyuncuydu, dekordu, kostümdü derken bir kaç ay da öyle geçer, en iyi ihtimalle. Bu arada işin mali kısımları çözülmeye çalışılır: Filanca festivalden fon bulmaya, filanca kurumdan destek almaya uğraşır bu yaratıcılar. Aylar geçer. Bazen usandırıcı bir noktaya gelinir: Başka bir yola girmek için geri dönemezsiniz, o ana kadar katettiğiniz, az buz bir mesafe değildir; oysa ki bitirmek için daha epeyce yolunuz vardır. Mecbur, bitirilecek, bin bir uğraşla bitirilir…
Demem o ki, izlediğiniz “eli yüzü düzgün bir film”in arkasında, yıllara yayılan bir emek ve mesai vardır en azından… Öyle trenin makas değiştirmesi gibi “anlatınızı” değiştiremezsiniz.
Bunu özellikle belirttim ki, halden anlamadığımız sanılmasın…
Buraya kadar yazdıklarımdan şu da anlaşılmıştır: Bu sezon memlekette gösterime girecek yerli yapımların epeyce bir kısmı, Haziran Direnişi öncesinde şekillenip gerçekleştirilmiş yapımlar olacak. Bu nedenle direnişin sinemaya yansıması diyebileceğimiz olgu ile karşılaşmak için biraz zaman gerekecek.
Ama sanılmasın ki “memleketin hali ve sanatın/sinemanın hali” ilişkisi ile ilgili sıkıntı, esas olarak bu mesleki kaçınılmazlıklarla ilgili…
Üstelik şöyle bir durum da var: Sinema kültürü görece zayıf ve televizyon anlatımı ile şekillenmiş izleyici açısından “sıkıcı ve durağan” zannedilen sinematografi, hiç de öyle yabana atılacak ve öf-pöf yapılacak bir ifade biçimi değildir. Alışkanlıklarla karşılaştırıp eleştirilemez bir sanatsal biçim. Yaratıcılarımıza bu anlamda da anlayış ve sahiplenişle karşılık vermeye hazırız diyelim ki…
Gel gelelim, yine de eksiklik var bir şeylerde, bir tatsızlık, şairin deyişiyle “başka türlü bir şey benim istediğim” durumu var… Bunu ne yapacağız?
“Yaşamak güzel şey” değil miydi kardeşim?
Yeni Türkiye Sineması 1990′ların ortalarından itibaren kendi kanalını şekillendirip güçlü sözler etmeye başladığında, hengamenin (yani dönüşen Türkiye’nin) karanlıkta kalan kesimlerini ve hikayelerini ortaya dökmeye başladığı için değerliydi. Bireylerin hikayelerini anlatıyordu ama bireyci değildi. Bütünün parçayı, verili toplumsal yapının bireyi nasıl ezdiğini anlatıyordu. Bu kanal, giderek bireyin iç dünyasına hapsolmaya başladı; toplumsal değişim dinamiğiyle bağları giderek zayıfladı ve tükenişin eşiğine geldi. En acı öykülerde bile mizaha ve yaşamanın güzelliğine alan açılırken, umudu tükenen bir profili resmetmeye dönüştü, anlatılan bireyin toplumsal kimliği ve yüzleri kaybolmaya başladı. Bugün her ortalama sinemaseveri heyecanlandıran “ilk film üretimi” patlaması, sinema alanında boy gösteren her yeni yüz, konuşmaya ve anlatmaya, bu geri düzlemden başlar hale geldi. İster cinsellik, ister yaşam kavgası: Sanki kişiliğin oluşmasının yegane koşulu travma ve hastalıklarmış gibi, yaşama tutkusunun kendisi bir araz gibi algılanmaya ve sunulmaya başlandı. Dostoyevski sinemamıza geç, eksikli ve pir girdi galiba! Edebiyattan beslenecek sinemamıza, Nâzım Hikmet’i de hatırlatmak gerekli sanırım artık…
Bir başka kanal, sinemaseverlerin ilgi gösterdiği Kaplanoğlu, Coşkun, Ünlü vb. damarı, bu manzaraya kendi katkılarını yapmaya başladı bu süreçte: Yaşam, ölüme giden bir yoldu. Her canlı bir gün ölümü tadacaksa, maddi dünyanın ne manası olabilirdi ki? Bu son derece ideolojik tutuma göre, yaşama bağlanmanın kendisi değersiz, saçma, komikti artık. Biz ciddiye alalım ya da almayalım, görmezden gelinemeyecek bir ilgi alaka ile karşılanıyor bu damar.
Yaşama sevinci nerede Türkiye sinemasında? Her şeye rağmen ve inadına yaşamak, nerede? Yılmaz Güney’in filmlerine bu güzle bir daha bakmalı belki. Tutkuyla ve mutlulukla yaşamamıza olanak kalmadıysa, o zaman değiştireceğiz, demiyor muydu Yılmaz Güney? Tevekkül ve acıya bağlanma değildi onun çıkardığı sonuç, onca acıya rağmen…
Yeni Türkiye Sineması, Bir Zamanlar Anadolu’da ile finalini yaptı ve önümüzdeki dönem, bu ekolün yaratıcıları da dahil, yaşanması kaçınılmaz bir ayrışmaya sahne olmak durumunda. Nasıl bir ayrışma olacak bu?
Yanıt bekleyen sorular
Önemli tarihsel dönemlerin soruları da önemli olur: Artık sanatçı için “ne anlatmalıyım” ve “nasıl anlatmalıyım” sorularının bir başka soru eşliğinde sorulması gereken bir zamandayız: “Ben kimim?” sorusudur bu soru ve yalnızca felsefi bir tartışma değil, gayet pratik yanıtlar beklemektedir. Ne yaptığını, kim olduğunu, sanatına nasıl bir anlam yüklediğini, kiminle iletişime geçtiğini ve ne demiş olduğunu da kendine sormak zorundadır sanatçı.
Benim kanaatim o ki, bu mesele “sanatçı sanat yapıyorken ne yapmış olur?” sorusuyla ilgili. Verili bir sanat dünyası içinde varlığını sürdürebilmek için kendine ve eserlerine bir yer açmaya mı çalışmaktadır, yoksa hayat üzerine düşünmekte, bir tavır almakta ve bu düşüncelerini ve tavrını da alımlayıcısıyla paylaşmakta mıdır? Peki düşünce ve tavırlar, toplumsal yaşam ile nasıl ilişkilenir?
Son dönemde gösterime girebilen başka filmlerle birlikte, Ali Aydın’ın Küf filmini izlerken bende oluşan sorular bunlardı.
Kendi kaderini eline almak için hareketlenmeye başlayan bir topluma güçlü düşünsel ve estetik yapıtlarla mı seslenilecek, sanatçının varoluş mücadelesinin sanat ölçeğine sıkışmış yanıtları ile mi yetinilecek? Ortaya çıktığı dönemde sinemamız açısından yeni bir soluk olabilen 1990′ların sonrasındaki Türkiye sineması, gericileşip gericileşmediğini, bu sorulara vereceği yanıtlarla ortaya koyacak.
Çağrı Kınıkoğlu
Bu yazı 02-12-2013 tarihinde soL gazetesinde yayınlanmıştır.