Işıkları söndürmediniz, Kürt sorunu üzerine ilk filmdi, İdamlara, Hoşçakal Yarın, diyerek neyi yitirdiğimizin altını çizdiniz. Oradan Lâl Gece düşürdünüz sinemamıza. Nasıl vardınız, törenin, geleneklerin kadın erkek tanımadan kararttığı hayatlara?
Sanatın temel görevi bana göre toplumu okumak, duymak, izlemek ve sonra söylenmesi gerekeni söylemek. Bu edalı bir güzelin resmi olabilir, bir ırgatın ter silişi olabilir ya da bir sokakta devrimcinin vuruluşu olabilir. Tüm hayatı sanat çeşitli dallarda ve disiplinlerde sunar insanlığın önüne.
Dolayisiyle bilmezlikten görmezlikten gelen bir sistemde tabiî ki yapmaya çalıştığım sinema sanatı yoluyla ‘Ey Türkiye! Bu topraklarda Kürtler de var ve bu devlet aklı bunu yok sayıyor. Diger halkları ve inançları da yok saydığı gibi. Bu ülkede kan akıyor; Amerikan-İsrail barutu satılsın diye. Göz yumma!’ demek istedim ve 1996′da o karanlık yıllarda Işıklar Sönmesin’i çektim. Diger filmleri de aynı düşünceyle yani yaşadığım toplumun içinden konuşulması, tartışılması ve ya göz yumulmaması gereken konuları gündeme getirerek çektim.
Lal Gece filminin tartışma konusu biraz daha toplumun kendisi ve daha derinlerinde sakladıklarıdır. Sistemleri tartışırken veya eleştirirken her zaman şaşmayan kalıp emperyalizm, kapitalizm ve iktidarlar değildir. Halkın ve insanın kendisi de zaman zaman sanatın hedefi olmalıdır. Bizim de içinde yaşadığımız bu toplumu çok teslimiyetçi, çok işbirlikçi ve çok riyakar buluyorum. Tabiî ki sistemin dayatmaları ve alıştırdıkları bu hale getirdi diyebiliriz ama bu kolay ve faturası biraz havaya kesilmiş bir bedel. Oysa kendimizi de dâhil ederek toplumu en acımasız haliyle resmetmek ve ona göre yorumlamak lazım. İşte bu çerçeveyle baktığımda Lal Gece filminin ana fikri çıktı. Yani bu toplumda namus çok kutsal bir değer olarak kabul edilir. Bu yüzden cinayet işleyenler suçlu kabul bile edilmez. Namus için gözünü kırpmadan insan öldüren aynı insan eğer 12-13 yaşındaki kızı rızası olmadan satıyor ve buna evlilik diyorsa bunu nasıl yorumlayacağız. Çocuk sayılacak yaştaki kızları 50 yaşındaki adama başlık alarak veya almayarak verip o adama damat diyorsa ‘namus’u nereye kondurup da tartışacağız.
Bu toplum dindar bir toplumdur. Doğrudur. Şeriat yaşamamıza az kaldı. Peki, böyle bir toplumda her iki küfürden biri ‘Senin Allah’ını kitabını S….’ diye başlıyorsa bunu nasıl yorumluyacağız.Yalan ve haram bu dindar toplumda en günahlar arasında sayılmış ve devletin tepesinden başlayıp evdeki bireye kadar birbirine yalan söyleyip bir yalan düzeni oluşturulmuşsa bu toplumun birbirine tutunma ve destekleme gerekçesini nasıl değerlendireceğiz.
Filmin temel söylemini ‘riya’ üzerine kurdum. Toplumu ve toplumun çekirdeği olan aileyi ve onun da başlangıcı olan gerdek odasını temel aldım.O gerdek odasına hangi iki insanı koyuyoruz ve o iki insandan nasıl bir aile yaratmasını bekliyoruz. Bu toplum o iki insanın sırtına neler yükleyerek oraya gönderdiğini aslında çok iyi biliyor. Ama bu yüklediği kabahatları bilmezlikten, duymazlıktan geliyor. Sonuç olar Lal Gece filminde toplumun halı altına süpürdüğü ve bu yolla kurtulduğunu sandığı suçları ve problemleri yuzüne vurmaya çalıştım.
Şahmeran Söylencesi filmin içerisinde önemli bir gönderme olarak göze çarpıyor. Duvak ile kuşak da öyle. Anlatınızın, ki siz öyle tanımlıyorsunuz filminizi, söylence üslubunun sinematografik, görsel karşılığı olarak tanımlayabilir miyiz bu ögeleri?
Filmi okuma şekliniz için teşekkür ederim. Ne yazık ki bu filmin içindeki sinemasal imgeler, metaforlar pek sorulmuyor ve yorumlanmıyor. Tabiî sinemadan anlamayan (saygı değerler hariç ) sinema bilmezler eleştirmen olunca böyle oluyor.
Evet o uzun onlarca metrelik kırmızı duvak binlerce yılın sırtımıza vurduğu töre, gelenek, ahlak, din yani ne varsa onların simgesidir. Gelinin belindeki kırmızı kuşak ise toplumun namusudur.
Şahmeran efsanesi ise anaerkil toplumdan ataerkile geçilirken erkeğin kadını nasıl baskı altına aldığı ve onu nasıl yeraltına ya da karanlığa hapsettiğinin ifadesidir.
Kadının dramı daha geri planda, erkeğin dramıysa bile isteye öne çekilmiş gibi. Bunun kadının kurban, erkeğinse nemrut bir cellat olarak işlendiği klasik töre bakışına temelli bir itiraz olduğunu söyleyebilir miyiz?
Bir toplumdaki temel problem ve hastalıkları ucuz yorumlarla değerlendirmek kolaycı politikacı bakışıdır. Filmde 14 yaşındaki kız ağızsız, dilsiz kurban edilmiştir. Onun dramı belli ve ortadadır. Peki, ya erkek bu vahşi ve pervazsız hale nasıl gelmiştir. Egemen ve baskıyı uygulayan erkekse onun geldiği yolu incelemek ve kabahatlarıyla yüzleşmesini sağlamak daha doğru bir yol değil midir! Ucuza kaçıp acımasız erkek tiplemesiyle dramı doruğa çıkarıp bundan payelenilebilirdir. Ama ben topluma ve onun sorunlarına sosyalist bir bakış üzerinden inmeye çalışıyorum.
Neredeyse tek bir mekânda işlemişsiniz konuyu. Ancak zaman zaman uzun planlarla, düğün de, şehir de, duvardaki fotoğraf da ve hatta tespih de konuşuyor film boyunca. Mekân ile insan arasındaki bu koşutluğu oryantalist bir üslupla işlenmediğine göre, Reis Çelik nasıl tanımlıyor?
Doğal olmayan her şey insanın ürünüdür.Yani insan aklının ürünüdür. Kirlenme, yapılanma, giyinme, icatlanma, hepsi. İnsanın kullandığı her şey bu gün icat edilmiş olsa bile yaşı insanlık yaşıyla eşittir. O şey neredeyse ve ya nerede kullanıyorsa o yerin insanının tüm varlıklarını yansıtır. Anadolu bir adamın elindeki bir tesbihle Japonya’daki bir adamın elindeki son teknoloji cep telefonu arasında bir fark yoktur. İşlevsellikleri ve görüntüleri farklıdır. Damat ve gelinin bulunduğu odada olan eşyalar ile onların beraberinde getirdikleri eşyalar o bölgedeki insanlık kültürün günümüze taşıdıklarının toplamıdır. O iki kişinin çocuklarının insanlık sermayesi o eşyalardır. O odada bir kitaplık yoktur örneğin. Çünkü bu toplum henüz çocuğuna bir kitap sermayesi bırakacak kültüre gelmemiştir. Çok azımız kitabı bir miras olarak bırakmaya kalksak bile o kitaplar bir darbe arifesinde ya yakılmış ya toprağa gömülüp çürütülmüştür.
Sonuç olarak film boyunca gördüğümüz hâlâ çocuk gelin sorunu ile boğuşan insan topluluğunun yarattığı değerlerdir. Onlara filmin dekoru olarak yer verdim.
Peki, ya Lâl Gece’den sonra, var mı aklınızda yeni bir senaryo? Ve son olarak eklemek istediğiniz bir şey…
Şu yaşadığımız ülkeye, topluluğa baktıkça ne büyük sermaye sahibiyim diyorum kendi kendime. Ne kadar zenginim. Para zengini G 7′ler varsa acı ve dert zengini A 77′ler de var demektir. Ben de bu çağın ve bu toplumun anlatıcıysam demek ki senaryo hep hazır.
Röportaj: Cansu Fırıncı - soL
]]>
Cansu Fırıncı – Gerçekçilik yeniden! Yılmaz Onay Ağabey yıllardır gerçekçilik kavramı üzerine düşünce üretiyor, savlar ortaya koyuyorsun. Gerçeğin kendisi gibi yavaş yol alıyor sanırım bu kıymetli çaban. Yalan ağızdan çıktığı anda milyonlar tarafından “gerçek” kabul ediliyor da gerçeği ortaya koyabilmek için yıllar yılı çabalamak gerekiyor. Sahi, neden bu kadar zor gerçeği kavratmak ve hakim kılmak?
Yılmaz Onay – Yalan fabrikaları çok iyi çalışıyor da o yüzden. Tabii yalnızca onların çok iyi çalışması değil, bizim de yazık ki durumun farkına varıp, son tahlilde “milyonlara gerçeği kavratmak ve hakim kılmak” demek olan gerçekçilik’in mücadeledeki önemini belki henüz yeterince değerlendirmediğimiz için gücümüzü o yöne gereği gibi yöneltmediğimizin de payı var bu yenilgide.
Karşımızdakiler, mücadelelerini sistematize ederken bizim gibi önce onun kuramında anlaşıp ondan sonra güçlerini seferber etmek şeklinde bir yol izlemiyorlar. Çünkü egemenler olarak hemen her alanda güç zaten büyük oranda ellerinde bulunuyor. Dolayısıyla bunu harcarken bizim gibi ince eleyip sık dokumak zorunda hissetmiyorlar kendilerini. Yalanı ürettikten sonra onu zihinlere bombardıman halinde iletmek, kitle-iletişim araçları üzerindeki egemenlikleri nedeniyle kolay oluyor onlar için. Bir yandan da gerçeğin iletilememesini sağlamaları gerekiyor ya, işte orada da işleri henüz pek zor değil yazık ki. Üstelik böyle olunca yalanı üretirken de artık eskiden olduğu gibi çok zekice veya dikkatli olmaları bile pek gerekmiyor, yani gerçek ortaya çıkınca oluşacak fiyasko, skandal olasılıkları da, gerçeğin ortaya çıkarılmaması sonucu önlenmiş oluyor nasıl olsa. Sorun burada.
Oysa onların işlerini bu alanda zorlaştırmak, bizim için birçok başka alanlardaki mücadelemize oranla çok daha mümkün bence. Çünkü, toplumların ezici çoğunluğunu teşkil eden emekçi kesimlerin esas ihtiyacı, gerçeğin kendisidir, asıl yalanı yutturmak zor olmalı onlara, dolayısıyla bir kez ikisi birlikte iletilebilse sorun kalmaz, yani karşımızdakilerin yalancı’lığı konusunda bir kez kuşku uyandırabilmek bile onların işini çok zorlaştırıp bizim mücadelemizi kolaylaştırmaya yetecektir, diye düşünüyorum. Çünkü artık ince yalanlar da onları kurtarmıyor. Yeter ki biz bir kez çağımız mücadelesinin artık gerçek ile yalan’ın mücadelesi olduğu bilincini kitlelere ulaştırabilelim. (Örneğin Suriye’de, sözde muhalif “mağdur”ların patlattıkları bir bomba ile yüze yakın insanın öldüğü bir saldırının ardından, bombayı atanın muhalifler olduğunu örtbas etme çabasına bile gerek duymaksızın, utanmazca “Ey Suriye hükûmeti, ülkende kan dökülüyor, suçlusu sensin” diye yaygaralar koparılabiliyorsa ve kitleler, “ne saçmalıyorsunuz siz be!” diye isyan etmeksizin bu palavrayı sineye çekiyorlarsa, bu yalanla mücadele ve dolayısıyla bu savaşı önlemek, şu anda çok zor görünüyorken, aslında çok da kolay değil mi?)
C.F. Gerçekçilik tartışmasını pek çok farklı sanat disiplini üzerinden olduğu kadar doğrudan siyaset hatta güncel siyaset üzerinden de tartışıyorsun. Sanatta gerçekçi tutumun bu kadar büyük bir dönüştürücü etkisi var mı “gerçekten”?
Y.O. Sanatın eğer bir etkisi söz konusuysa bu da zaten “dönüştürücü” etkidir kanımca. Böyle bir etkiyi ise ancak bunu bilinçlice kuram olarak ortaya getirmiş olan “gerçekçilik” yaratabilir. Burada ayrıca sosyalist gerçekçilik demeyişimin nedeni, kitapta yeterince açıkladığım gibi, sosyalist gerçekçiliği esasen gerçekten gerçekçiliğin kendisi olarak görmemdir.
Sanatın böyle bir gücünün var olup olmadığını saptamak içinse, karşıtlarından gitmek yeterli olur kanısındayım: CIA acaba neden, giderek batıda da etkili olmaya başlayan sosyalist gerçekçilik’e karşı, kendi devlet başkanının bile ”eğer bu sanatsa ben de Hotanto’yum” diyerek aşağıladığı, pek çok sanat eleştirmeninin “sanatın sonu” olarak nitelediği, “sanat AŞ” diye alay ettiği postmodern “sanat”ı, gizlice yıllar boyu – perde önünde “sanatsal özgürlük” yaygarasıyla, perde ardındaysa dolarlar yağdırarak – destekledi? (1)
Daha da ilginci, belki sırf muhalefet olsun diye geliştirilmiş bu postmodernizmin temsilcileri, eskiden komünist olarak bilinen sanatçılardı, bu yüzden de CIA desteği çok gizli olmak zorundaydı. Brecht boşuna eleştirmemiş kendi dönemindeki biçimci soyut sanatı(2)
“Ne diyeyim, siz ki, dünyayı içinde yaşanamaz biçimde değiştirmeyi amaçlıyorsunuz, bir de komünistiz demenize şaşıyorum. Hani, komünist değil de, egemenlerin hizmetine girmiş zekâlar olsaydınız, yaptıklarınıza hiç de şaşmazdım, hatta şaşmak şöyle dursun, çok mantıklı bulurdum.”
Nitekim, örneğin “tiyatro sanatının bu değiştirici gücüne” olan inancın yitimi sonundadır ki
Strehler gibi dünya çapında bir rejisör, hayatının son yıllarında “sanatçıların kendi aralarında bir oyalanma”ya indirgemiştir sanatını. Buna karşılık bizde sanatın bu gücünden korku değil midir, iktidarın giderek büyüyen sanat düşmanlığı?
C.F. Gerçekçiliği bir sanat akımı olmaktan öte bir yöntem olarak görmemizi öneriyorsun. Tabiî Brecht temel çıkış noktanı oluşturuyor. Peki, Brecht’ten sonra “kuramı” geliştiren başka sanatçılar yok mu?
Y.O. Pek yok doğrusu. Tabii örneğin Nazım Hikmet, Anna Seghers gibi sanatçılar, gerçekçi tutumlarını sürdürmüşler ama kurama bir ek getirmemişlerdir. O sanatçılardan sonra ise olay, geliştirme şöyle dursun, özellikle de sosyalist gerçekçiliğin yanlış anlaşılıp yanlış övgü ya da eleştiriler yanında ona karşı oluşturulan bir düşmanlık kılıfı altında doğrudan gerçekçiliğin unutturulmasına ve hatta “kötü bir şey” haline getirilme çabasına dökülmüştür.
C.F. Gerçekçilik, Brecht-Lukacs çatışması üzerinden de derinlemesine tartışılıyor kitabında. “Biçimcilik” zaman zaman biçimsiz bir tartışmaya da dönüşüyor. Ve orantısız bir mücadele bu. Sovyetler Birliği, “biçimci” “çarpıtılmış” bir gerçekçilik anlayışının arkasında, Brecht’e karşı saf tuttuğu söylenebilir mi?
Y.O. Bir defa Brecht’e karşı bir saf tutma durumu kesinlikle yok, çünkü biliyorsun Brecht, Lukacs’a karşı polemiğini açıktan yapmamış, önce çalışma günlüğünde notlar halinde tutmuş, çok sonra yayınlamış. Nedeni de sanırım, Sovyetler Birliği’ndeki gerçekçilik tartışmasını Lukacs’ın biraz kendi kariyeri için kullandığını fark etmiş olmasıdır. Nitekim, Sovyetler’in davası, savaş koşullarında bile sosyalist toplumun, vaz geçilmez bir yaşam parçası olarak sanatı yaşamasını sağlamaktır. Dolayısıyla, bu amacında samimi olan Sovyet yönetiminin, sanatla yeni tanışacak olan geniş emekçi kesimler için, o alanlardaki son biçim araştırmaları ile kontak kurmanın çok daha zor olacağını düşünerek, bazı biçim sınırlamaları düşünmesi, örneğin edebiyatta Gorki’yi, müzikte Rus klasiklerini, tiyatroda Stanislavski yöntemini vbg. model alması, pekâlâ gerçekçi bir yaklaşım olarak anlaşılır ve kabul edilebilir bir durumdur. Belki bu anlamda tek hata, böyle özel bir gerçekçi biçim sınırlamasını sosyalist gerçekçilik’in genelgeçer kuralı gibi koymak olmuştur, denebilir. Ne var ki, sovyet tanımlamasında asla öne çıkmayan bu biçim sınırlaması, asıl Lukacs’ta bir de üstelik bilimsel bir yasalılıkmış gibi gösterilmiş, daha da vahimi, buna uyulmaması, burjuva dekadansı olarak düpedüz mahkûm edilmiş, dünyaya da öyle yayılmıştır. (İşte, Lukacs’ın bu dekadans hükmü, Sovyetler’deki dramatik sonuçlara çanak tutmuş, ABD’deki komünist sanatçılar da bu saçmalığa tepki olarak kendileri daha da saçmalamış olabilirler. Ama unutmayalım, Lukacs’a en keskin biçimde karşı çıkan ünlü romancı İlya Ehrenburg, veya “Optimist Tragedya”nın ünlü yazarı W. Wişnevski, hiç de benzer bir sorunla karşılaşmamıştır).
C.F. Gerçekçi yöntem hayal gücünü, sanatsal “uydurmayı”, fantaziyi de içermeli, içerir de zaten, doğru bulduğun görüş bu. Bu kadar açık bir “gerçeğin” tartışılıyor olmasında sence de bir saçmalık yok mu?
Y.O. Olmaz olur mu? Ama yalan makinesinin hegemonyasını ve bizim gerçekçilik mücadelemizin zaafını sen de ona göre ölç işte.
C.F. Bugün insanları ”Gerçekçilik Mücadelesi”ne çağırıyorsun. Bunun bir “harekete” dönüşmesinin yaşamsal öneme sahip olduğunu belirtiyorsun. Sosyalizm mücadelesi yerine böyle bir önerme yapman, sosyalizmin mevcut mücadele yöntemlerinin yetersizliğinden ya da yanlış bir zemin üzerine yerleştirilmiş olduğunu düşünmenden mi kaynaklanıyor.
Y.O. Sosyalizm mücadelesi “yerine” değil ki benim önerim, tersine asıl soyalizm mücadelesi üstlenirse eğer, başarıya erişir “gerçekçilik mücadelesi”. Kaldı ki bunu yapıyor da zaten, soL gazetesinin en başa aldığı: “Halka Yalan Söylemek suçtur” şiarı niçin var orada? Ama işte, adı konmuş ve belli programa bağlanarak anons edilmiş bir mücadele değil henüz. Bu yüzden, o çok önemli şiar da belki gözlerden bile kaçıyordur. Oysa “gerçekçilik mücadelesi”nin başarıya ulaştığını bir tasavvur etsene, ne demektir bu: Kitleler artık yalanlara kanmıyor, çünkü emperyalizmin ve burjuvazinin “yalancılık çağı” su yüzüne çıkmıştır. Emekçi yığınları her şeyin gerçeğinin peşinde demektir bu, ki dünya barışına erişilmiş, sosyalist devrime de belki en kolay yoldan ulaşmaya bir adım kalmış demektir. Üstelik halkın ezici çoğunluğunu yanına almış ve eski (örneğin bürokratik) hatalardan arınmış bir deneyimle!…
——————————
(1)Francis Stonor Saunders, “Modern art was CIA ‘weapon’- Modern Sanat Bir CIA ‘Silahı’ idi” yazısından. Bknz.: “Gerçekçilik Yeniden”, “Giriş” Bölümü, “Bilginin Kime Zararı Var” alt bölüm.
(2)Bknz. “Gerçekçilik Yeniden”, II, Alt bölüm 5:YABANCILAŞTIRMA YÖNTEMİ, Dip Not:(12).
Röportaj: Cansu Fırıncı
soL - Fotoğraf: ATELIERS GALATA