Home Röportajlar Söylediğini yaptı, film çekerken öldü…
Röportajlar
0

Söylediğini yaptı, film çekerken öldü…

31
0
Share

2012 yılı Ocak ayında sette geçirdiği bir trafik kazasında yaşamını yitiren büyük Yunan yönetmen Theo Angelopoulos ile 2000 yılında Yeni İnsan Yeni Sinema dergisi tarafından yapılmış olan röportajı, Çağrı Kınıkoğlu’nun giriş yazısıyla birlikte okurlarımızla paylaşıyoruz.

Theo Angelopoulos ile 2000 yılında, 19. İstanbul Film Festivali’ne konuk olduğunda tanışmıştık ilk defa. Aşağıda, bu röportajın Yeni İnsan Yeni Sinema’da basılmış halini okuyacaksınız. Röportaja başlamadan, birkaç not paylaşmak anlamlı olacak:

1980’lerin ikinci yarısında, o zamanın İstanbul Festivali Sinema Günleri’nde izlemiştik Angelopoulos’un filmlerini. Kumpanya’yı, Avcılar’ı, Kitera’ya Yolculuk’u, Büyük İskender’i… Bir dönemin sinemacıları için neredeyse bir okul olan Sinema Günleri’nde rastladığımız bu sinemacının sinematografisine, entelektüel derinliğine, siyasal canlılığına ve kimliğine hayran kalmıştık. O dönemin Türkiye’si hesaba katıldığında, çoraklaşmaya, entelektüel-siyasi tartışma heyecanını boğmaya başlayan bir kültürel ortamda, düşünmek, anlamak, mücadele etmek için zihnimizde ve yüreğimizde şimşekler çaktıran bir sinemacı, bir aydın ile tanışmanın heyecanı sarmıştı hepimizi. Sonrasında, Yeni İnsan Yeni Sinema dergisini çıkarmaya başladığımızda, ilk sayının kapağında Ulis’in Bakışı’ndan bir kareyi basmamız neredeyse kaçınılmazdı.

Sonrasında, dergimizin çeşitli sayılarında kendisine bir yer buldu Angelopoulos daima. Gerek çeviri yazılarda, gerekse bizim yazılarımızda, Brecht’i özümsemiş, kendi topraklarının kültürü olarak antik Yunan mitolojisi de dahil tarihten beslenen, tarih bilinciyle yüklü, Yunanistan İç Savaşı’ndan Albaylar Cuntası’na kadar, Yunanistan’ın yakın siyasal tarihinde ideolojik olarak komünist hareketin saflarında yer almış bu değerli sinemacının, ülkemiz sineması için dikkate alınması ve anlaşılması gereken bir sanatçı olduğuna inanıyorduk.

Bu nedenle 2000 yılındaki o karşılaşmamız bizim için çok heyecan vericiydi. 1980’lerin ikinci yarısından itibaren ürettiği Arıcı, Puslu Manzaralar, Leyleğin Geciken Adımı filmlerindeki melankoliyi anlamakta güçlük çeksek de, 1995’te gerçekleştirdiği Ulis’in Bakışı filmiyle o zaman kaynamakta olan Balkanlara dönük çarpıcı bakışıyla yine bizi sarsmıştı.

Entelektüel gelişkinlik ve siyasal kimlikten fellik fellik kaçan ana akım sinema yazarları ve popüler kültür nedeniyle, yalnızca 1998 tarihli Sonsuzluk ve Bir Gün ile, daha çok da bu filmin müzikleriyle tanındı Angelopoulos memleketimizde. Bir de “plan-sekansları” ile. Hani şu “uzun uzun yürüyen adamlar, konuşmadan duran insanlar” gibi geyik muhabbeti argümanlarıyla anılan plan-sekanslarıyla. Bu anlatımı niye tercih ettiğini, derdinin ne olduğunu anlamaya çalışmaktan imtina eden sivri zekalara inat, üretmeye, yaratmaya tutkun sinemacı, yeni filminin setinde bir saçma kazada yaşamını yitirmiş oldu. Aşağıda okuyacağınız söyleşisinde söylediği gibi, çalışırken, üretirken, yaratırken ölmekti hayali; hayali gerçek oldu. Çalışmaktan ölen beyaz yakalılar gibi değil, kendi canını, ruhunu, yarattıklarına veren bir yaratıcı olarak.

1980’lerin ortalarından itibaren umudunu yitirmişti; kim bilir, belki Yunanistan işçi sınıfının ve YKP’nin yükseltmeye başladığı mücadele, ona yitirdiği umudu yeniden kazandıracaktı, olmadı. Bu değerli sinemacıya saygı sunmak kaldı bize.

İnanıyoruz ki, bu ülkenin devrime inanan sinemacılarının üretimlerinde, onun da bir rengi olacak: Üretme heyecanı ile, kendi memleketinin diliyle konuşma tutkusu ile, Tarih’i uydurulmuş kahramanların değil, gerçek insanların yaptığı bilinci ile, “sıradan” insana verdiği değer ile, sinemayı bir sanat olarak kavrayışı ile…

Bu az şey mi?

Çağrı Kınıkoğlu (soL)

Theo Angelopoulos ile Açık Bir Diyalog
Yeni İnsan Yeni Sinema dergisi (Sayı 8, Kış 2000-2001)

Sizinle çok uzun zamandır tanışmak istiyorduk ve böyle bir söyleşinin hayalini kuruyorduk. İlk önce kendimizi tanıtalım. Biz üniversite yıllarından beri sinema üzerine çalışıyoruz ve bu çalışmalarımızı dergimizde yayınlıyoruz. Sizin sinemanız ve filmleriniz üzerine de dergimizde pek çok yazı yayınlandı. İlk sorumuz sinemayı çok yakından ilgilendiren bir konuda. Biliyorsunuz dünya, özellikle Avrupa sinemasında Büyük Yönetmenler Kuşağı olarak adlandırılan bir dönem yaşandı. Fakat bu dönem artık sona erdi, hatta sizin için -bu kuşağın son temsilcisi sayıldığınızdan dolayı- “The Last Modernist” (Son Modernist) adında bir kitap bile yayınlandı. Önümüzdeki dönemde bir Tarkovski, Antonioni, Bunuel’in yetişmesi için nasıl bir ortamın olması gerekiyor sizce?

Biliyorsunuz, Tarkosvki, Antonioni ve pek çok başkalarının film yaptığı dönem, sinemanın dengede olduğu bir dönemdi. Amerikan sineması vardı ama aynı zamanda Avrupa sineması ve Japon sineması da vardı. Bu dönemde sinemalar arasında bir çeşit denge söz konusuydu. Şimdi Amerikan sinemasının tam hakimiyeti söz konusu. Okulu bitirip Fransa’dan döndüğümde Brezilya sineması patlama yapmıştı; Luis Guerra ve diğerleriyle birlikte. Çek, Polonya sineması vardı. Ülke sinemaları vardı. Ülke sinemalarının canlanma, patlama yaşadığı bir dönemdi. Doğal olarak daha önce tamamen yanlış değerlendirilmiş, belli bir dönem Amerikan sinemasının, vizyonu ve yeniden değerlendirmesi Yeni Dalga’yla birlikte gerçekleştirildi. Aynı dönemde gerçek Amerikan sinemasını keşfetmeye başladılar. Yalnızca ticari olarak başarılı olanlar değil aynı zamanda eski Amerikan ustalarının çok ilginç diğer filmlerini de. Avrupa bunları keşfetti. Bu tamamen başka bir dönemdi. Toplumsal, ekonomik ve politik olarak farklı bir dönem. Savaş sonrası, ‘52-60 arası, her şeyin daha netleşmediği bir dönemdi. Daha sonra 60’ların başında gerçek bir patlama yaşandı. Bugünün sineması toplumlarımızı yansıtıyor. Sinema bir aynadır. Sinemaya neden talep var? Bugün sinemada geçmişin büyük yönetmenlerinin neden olmadığını soruyorsunuz. Fakat müzikte, sinemada, edebiyatta, şiirde, sanatta genel olarak daha önce sahip olduğumuz ustalara sahip miyiz? Bugün bir Picasso var mı?

Bugünün sinemasının toplumu yansıtmakta başarılı olduğunu mu söylüyorsunuz?

Hayır, sinema toplumun içsel hareketlerinin varolmayışını (non-existence) yansıtıyor. (Sinema toplumdaki boşluğu aynı şekilde yansıtıyor.) Toplumda hiç içsel hareket yok ve sinema bu boşluğu gösteriyor. Evet, sinema bu boşluğun şahididir.

Ken Loach’la aynı dönemde sinema yapmaya başladınız…

İkimiz de soldan başladık. O hala orada, ben değilim. Yani, o hala inanıyor. Ben duygusal olarak soldayım. Fakat inanmıyorum. Ken Loach hala işçi sınıfının devrim yapacağına ve değiş(tir)eceğine inanıyor.

Sizin bu ifadenizin genel bir geçerliliği var mı? Yani, Avrupalı aydın 1989’dan sonra tamamen yenilgiyi kabul etmiş ve geçmişini terk etmiş durumda mı?

Biliyorsunuz… öyle değil… Bu konuda açık bir diyalog yok… Diyalog yok, monolog var… Örneğin bir gazetede bu konular üzerinde konuştuğum çok uzun bir söyleşim yayınlandı. Fakat bu bir diyalog değildi. Yalnızca bana ait bulgular vardı söyleşide. Eğer diyalog olsaydı baskın bir atmosfer olup olmadığını bilirdim. Bu tarihle belirlenmiş insanlar, bu tarih tarafından yaralanmış insanlar var. Sonuç olarak, artık ilgisini yitirmiş insanlar…

Yunanistan’da, bizim de Türkiye’deki ayağına katıldığımız, Clinton’un ziyaretine karşı çok büyük gösteriler oldu. Bunları nasıl değerlendiriyorsunuz? (soL okuyucuları için not: Söz konusu ziyareti, Bill Clinton’un 1999 depreminden sonra, 2000 başlarında Türkiye’de ziyaret ettiği bir çadırkentte kucağına aldığı bir bebeğin fotoğraflarından hatırlayabilirsiniz.)

Gösteriler doğruydu. Bu doğru bir yol. Clinton eskiden Roma imparatorlarının imparatorluğun himayesindeki ülkelere yaptığı geziler gibi bir Avrupa turu yaptı. Yani o da aynı şeyi yaptı. Seattle’da olanların, bu sabah da söylediğim gibi, çok önemli olduğunu düşünüyorum. Ve Washington’daki eylemlerin… Bu tepkileri ABD’den geldiği için de çok önemli buluyorum. İmparatorluğun merkezi olan ülkeden geliyor. Belki bu ilerde tüm dünya gençlerinden gelecek. Gerçekte içinde en önemli ve dışsal şeylerin bile mala dönüştü(rüldü)ğü / ticaretin konusu olduğu ticaretin krallığı globalizasyona (küreselleşmeye) karşı bir reaksiyon.

Pek çok kere Japonya’ya gittim. Her gittiğimde, “gelenek” dediğimiz şeyin daha fazla kaybolduğunu gördüm. İnsanların giderek tek bir üniforma giymeye başladığını gördüm. Sadece Tokyo’nun Wall-Street’i olan yerde değil her yerde gri giyinen insanları görmek mümkündü. Herkes. Gerçekten üniforma gibi. Bürolarda, bankalarda çalışan beyaz yakalı bu insanlar, yani ticaretin merkezinden. Bu tek tip bir dünya…. Japonya zenginleştikçe -fakat zenginlik nedir, paranın gereği nedir, tek bir rüyaya sahip olmanın daha fazla paraya sahip olmanın gereği nedir? Değerlerin meta olduğu bir dünyada yer almak. Biri bana Japonya’da ofisteyken birdenbire nedensiz olarak ölen insanların olduğunu söyledi. Bu beyaz yaka hastalığı olarak adlandırdığımız şey. Ben film yaparken öleceğim (gülerek söylüyor). Kısaca söylemek istediğim şu; toplumlarımızın geleceği ruhsuzluk olacaksa, otomat haline gelmekse ben bu dünyayı reddediyorum.

Sabah yapılan basın toplantısında sizi dinledik. Konuşmalarınızdan kendinizi her şeyin dışında tutuyormuşsunuz gibi bir izlenim edinmek mümkün. Genel olarak konuşursak kendi kuşağınızın toplumsal mücadeledeki rolünün sona erdiğini söyleyebilir miyiz?

Benim kuşağımın görevi nedir? Döngüsünü mü tamamladı? Benim kuşağım söylemesi gerektiğini söyledi. Belki, belki… Bana benim kuşağımın bittiğini söyleyemezsiniz. Bunu söylemek çok zor. Ama belki doğrudur. Bilmiyorum.

Kolay değildi, sizi temin ederim kolay değildi. Kesinlikle kolay değildi. Fakat gerçekten güzel bir dönem yaşadık. Toplumda ve sinemada hareketin olduğu bir dönem yaşadık ve umutlar… Ve belki bitti. Bu tarihle birlikte biz de bittik. Fakat bunu ben söyleyemem.

Filmlerinizdeki karakterler arasında bir farklılık buluyor musunuz? Benim için var. Örneğin Kitera’ya Yolculuk’taki Spyro kendi kişiliğinde 2. Dünya Savaşı’ndan önce Yunan adalarında işkence görmüş, savaş sırasında Nazilere karşı partizan mücadelesi vermiş daha sonra iç savaşta faşistlere karşı savaşmış bir kuşağı temsil ediyor. Oysa son filminizdeki (Sonsuzluk ve Bir Gün) şair böyle bir temsiliyetten uzak.

Bir keresinde Madam Bovary’i yazan Flaubert’e sormuşlar: “Madam Bovary kimdir?”, “Madam Bovary benim” diye yanıtlamış. Yani benim filmlerimdeki karakterler de benim bir parçamdır. Fakat aynı zamanda bildiğim diğerlerinin de bir parçasıdır. Soru bu muydu yoksa başka türlü müydü. Çünkü soruyu doğru çevirdiginden emin değilim.

(Festival çevirmeni soruyu bir kere daha sormaya çalışıyor.)

Zamanın geçişiyle birlikte kendi kuşağımdan davayı bırakmış insanlarla daha çok karşılaştım. Karakterlerdeki bu değişimler aynı zamanda, bunu da temsil ediyor.

Benim kuşağım örneğin Oşima, hasta, beyin travması geçirdi, Cannes’de yer alan yeni bir film çekti. Fakat hala hasta. Herzog yeni bir film yapacak, ama uzun zamandır sinemayı bırakmıştı. Wenders Amerikaya gitti. Kieslowski öldü. Nikita Mihailkov megaloman filmler yapıyor. Gerçekten parçalanmış bir kuşak görüyorsunuz. Retrospektifimin ve üniversitede panellerin olduğu bir etkinlik için Roma’ya gittim. Yunan Konsolosluğu bir resepsiyon verdi. Taviani, Rosi, Antonioni… geldi. Gördüğüm hayalet (fantom) bir sinemaydı. Tavianiler bana “biliyor musun, devam eden tek kişi sensin” dediler. Fakat, Tavianilerin yaptığı filmlerin dünya çapında bilindiği bir dönem vardı. Rosi’nin ilk filmlerinin hepsi sıra dışıydı. Antonioni, büyük Antonioni ve aynı zamanda genç sinemacılar… Fakat şimdi bunlar ne yapıyorlar? Sonraki kuşak, İtalya’da büyük kuşağı takip eden kuşak. Kim, Amelio? Fakat Antonioni ve diğerlerine asla ulaşamadı. Bir dönem dünyanın en büyük sineması olmuş, Büyük İtalyan sineması nerede? Yani bu sinema için çok zor bir dönem. Belki yeni bir kuşak olabilir fakat tamamıyla yeni, çok yeni, gerçekten yeni; yeniden sinema yapmaya başlayabilir. Ve sinemayı yaşamış ve seven tüm insanların umutları sinemanın bizden sonra devam etmesi ve sinemanın önünde yeni bir yol açılmasıdır. Kendi döneminin sorularını yanıtlayacak olan sinemacılar.

(…)
Son filmlerinizde ana temalardan birisi de Balkanlar. Balkanlar’daki barışın politikadan ziyade, bu bölgenin toplumları arasında kültürel bir etkileşimle gerçekleşeceğini söylüyorsunuz. Bunu daha fazla açar mısınız?

Türkiye Balkanlar üzerinde önemli bir role sahip çünkü orada izler bırakmış. Balkanlarda Osmanlı İmparatorluğu dönemi yaşandı. Bu dönemden bazı şeyleri unuttuk fakat bazılarını da hatırlıyoruz ve ortak izler bıraktı. Yüzlerine bakarken, bir gerçeği, Atina sokaklarında dolaşirken rastladığım bana çok yakın bir bakış görüyorum. Burada insanlarla konuşurken Kuzey Avrupalılara göre çok daha fazla iletişim kanallarının olduğunu görüyorum. Bu dönemde biz kendi tarzımızı birlikte yaşadık. Bana göre Türkiye ve aynı zamanda Yunanistan da kültüre, sinemaya, müziğe… ve bunların arasındaki etkileşimlere daha fazla önem vermeli. Farklılıkları koruyarak, farklılığın zenginlik olduğunu bilerek. Çünkü homojen olmak istemiyoruz. Türk olan her şey Türk, Yunan olan her şey Yunan, Bulgar olan Bulgar… Herkes kendi kimliğini, geleneğini, dilini, kültürünü korumalı. Fakat ikisi arasındaki etkileşim önemlidir. Çünkü düşündüğünüzden çok daha fazla ortak şeyimiz var.

Yeni projeleriniz hakkında bilgi verir misiniz?

Yeni projelerim? Nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum. Bu sabah tutku üzerine bir hikaye çektiğimi söyledim. Yani aşk üzerine. Yüzyılın başlangıcında başlayan ve yüzyılın sonunda biten bir hikaye. Ayrılan iki insan tekrar birleşir, tekrar ayrılır, fakat sonunda birbirlerine kavuşurlar. Ne anlama geliyor? Hiç, aşkın gücü, tarihin ve zorlukların üstesinden gelir. (Bu film, 2004’te gösterime giren Ağlayan Çayır’dı.)

Daha sonra size tekrar ulaşmak için adresinizi alabilir miyiz?

Kendim yazabilirim. Daha soracak pek çok sorunuz olduğunu çok iyi anlıyorum… Fakat eğer devam etmek istiyorsa sorularınızı bana faksla iletebilirsiniz.

Bir e-mailim var, fakat hatırlamıyorum. Zaten elektronikle aram da pek iyi değil.

Bu arada Kasım’daki Selanik festivalinde tüm filmlerimin gösterildiği retrospektifim olacak. Aynı zamanda tüm dünyadan akademisyenlerin olduğu, çalışmalarım hakkında yeni basılacak 7-8 kitabın tanıtıldığı büyük bir sempozyum olacak. Dekor, kostüm ve fotoğraf sergileri olacak. Eleni Karaindrou büyük bir konser verecek. Aynı zamanda tartışmalarda olacak.

Tüm filmlerinizin gösterildiği bir etkinlikte konuşma yapmanız için sizi Türkiye’ye davet etmek isteriz; ne dersiniz?

Mayısın başında Özbekistan’a gidiyorum, daha sonra Cannes, New York ve Kanada. Haziran başında İspanya’da olacağım. Haziran sonunda boşum, fakat korkarım pek uygun olmaz.

Eğer böyle bir şey olacaksa İspanya ve İtalya’daki gibi üniversitelerden gençlerle konuşmayı tercih ederim. Öğrencilerle uzun bir panel yapabilirim. Çünkü genç insanlarla konuşmayı benim çalışmalarımı çok iyi bilen ve benim de onları iyi bildiğim eleştirmenlerle konuşmaya tercih ederim. Gençlerle yapılacak bir konuşma benim için eleştirmenlerle yapılacak olandan çok daha yararlı. Dünyanın nereye doğru gittiğini eski kuşaktan ziyade genç insanlarla konuşarak anlamaya çalışıyorum. Birkaç gün önce Wim Wenders’le bir yemek yedim. Durum üzüntü vericiydi. Ne Wim Wenders’le ne de Mihail Koch’la ve kendi kuşağımdan diğer insanlarla görüşmek istemiyorum. Öğrencilerle yapılacak tartışmanın bütün hepsinden daha önemli olduğunu düşünüyorum. Yani sizin ve öğrencilerin söyleyecekleriyle ilgileniyorum, burada daha fazla devam edemiyoruz, fakat eğer şansımız varsa daha sonra devam edebiliriz.

(Not: Bu söyleşi Angelopoulos’un 2000 yılındaki İstanbul Film Festivali’ni ziyareti sırasında yapıldı. Festival çevirmenin kavramlara ve olgulara ilişkin yetersizliği, festival yöneticilerinin “artık bitirmelisiniz” türünden aralıksız sıkıştırmaları nedeniyle, istediğimiz gibi bir söyleşiyi yapamadık.)

(31)

LEAVE YOUR COMMENT

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Close