SIRLAR VE YALANLAR: Aile kurumunu tekrardan düşünmek
“Kavram yaratmak, bir şeyler yapmak demektir.” Gilles Deleuze
‘baba’ neye benzer?
Gözükmeyen/ bazen fiziksel olarak da olanaksız olması nedeniyle ‘görünmeyen babalar’ın imajlarının -seyir boyunca- imgelem(imizde)de oluşturduğu suretleri pek de hoş olmasa gerek. En başta ABD’li tıp öğrencisi bunun örneğidir. Buna tezat oluşturan ya da aile kurumunu – özelinde baba figürünü – yeniden düşünmemize sebep olan fotoğraf, belki de: Jane, ‘senin gibi bir babam olsaydı keşke’ – ya da ‘sen benim babam olmalıydın’ anlamına yakın bir söz – deyip, ağlıyor; belki de hayatı boyunca baba olamayacak birine…
Filmde birkaç kez Cynthia tarafından dillendirilen, ‘yaşam budur!’ sözü ve sözün kendi-öz imgesi (burada kastettiğim sözün söylendiğindeki kadr içeriği) birbirleriyle ne kadar örtüşüyor? Soruyu başka şekilde formüle edecek olursak: yaşamın kendisinin, cüretle!, senaryoya ya da oluşturulan dramaturjiye yaslanarak açımlandığı -ya da açıklanmaya çalışıldığı- sahnelerin/ imajların bu soyutlamayı kaldırıp kaldıramıyor oluşu. Cevap oluşturabilmek için sözün söylendiği sahneyi psikanalitik olarak çözümlemek gerekebilir – bu da zaten bizi senaryoyu baştan sona tekrardan düşünmeye zorlar, lakin son sahnede söylenen bir sözdür…
Dağılmış bir aile, ergen bir genç kız -babasız büyümüş, geçmişinin bunalıma sürüklediği bir anne, cinsel problemleri yüzünden ilişkisinde gerginlikler bulunan, yer yer ablasına karşı kibirli ve soğuk olabilen -ablasının ‘senden başka kimsem kalmadı’ diyerek kendisine sarıldığı sahnede aklıma Uzak filmindeki Mahmut geldi- bir abi… ve üvey annesi öldükten sonra öz annesini aramaya koyulan genç bir bayan… Hikaye, Roxanne’in doğum gününün amcasında barbekü partisiyle kutlanması fikri ile doğum günü arasındaki sürede anlatılıyor. Bu ‘arada’, Hortense’in annesini aramasına tanıklık ediyoruz. Bu arada, profesyonel bir kurum olan Ebeveyn Bulma Servisi’ndeki kadından – o kadın özelinde konuşmak gerekirse, gerçekten de o kadının (‘halleri’ yüzünden) hikayesini düşündüm diyebilirim ve Paul tabii… – Paul’e kadar, ‘kıyıda köşede’ kalmış karakterler oldukça özgün çizilmişler.
Anne-kız(ları) ilişkisini merkeze alan anlatımıyla varınılan genel bir aile tablosu ve nihayet filmin mottosu olan ‘acılarımızı neden paylaşmıyoruz’: SIRLAR VE YALANLAR; bir meselle karşı karşıyayız… Yer yer feminist bir tutum izlenmiş diyebiliriz: Cynthia’nın temel sıkıntısı veya pişmanlığı olan doğum kontrolü ve cinsellik bir tür erkeklere karşı fobiye dönüşmüş ve kızına karşı davranışını belirleyen bir olgu haline gelmiş durumda. Filmde bu belirleyici atmosfere paralel sunulan diğer bir yaşantı tarzı olarak, Hortense’in arkadaşıyla olan ilişkisinde diyaloglar aracılığıyla gördüğümüz daha ‘serberst’ – örneğin: arkadaşının bir yabancıyla yatmasına karşılık verdiği ‘hoşuna gittiyse bir problem -korunduğun müddetçe diyelim en azından- yoktur’ tepkisiyle anladığımız ‘serbest’ fikir halinden bahsediyorum – bir belirleyiciliğe sahip tutumudur.
Filmde Hortense’in rolü üzerine not düşmemiz gerekir: Öncelikle yönetmenin siyah bir kadını hikaye anlatımı açısından uygun görmesi niye? Riskli bir hareket olan – dramatik olarak iyi işlenemezse melodrama kaçma şansı olduğu için – bu seçimi, düşünmekte fayda var. İkincisi, idealize edilmiş tek tip – filmin önermesini ve ismini açıklayan Maurice’i dahi idealize edilmiş bir karakter olarak düşünmezken – olan Hortense’dir; çünkü sağduyuyu temsil ediyor ve Maurice ona hayran kaldı; ağzından çıkan her sözcük doğruymuşçasına hikayede takip ettiğimiz bir kadın kendisi, filmin içinde ikinci bir alıcı… Hayran olduğumuz şey alıcının kendisi olur böylece.
Hikayede iki ‘belirgin’ sır olarak görülen Monica’nın çocuk sahibi olamaması durumu ile Cynthia’nın Roxanne’e daha önce hiç söylemediği bir kızının -bir başkasından- daha olması… bu iki sırrı koruyan/ çevreleyen yalanlar ve oradan, yine filmin ismine gelebiliyoruz: sırlar ve yalanlar. Maurice’in sorduğu soruyu cevaplandırıyor mu film: yani, “acılarımızı neden paylaşamıyoruz?” gerçekten de? Bu noktada, soruyu; Hortense’in temsil ettiği ‘özne’, acıların paylaşımına vesile olan bu ‘davetsiz misafir’, filmde üzerinde düşünmemiz gereken tek karakterin(Hortense’in) analizi yardımıyla cevaplandırabiliriz ancak. Herhangi bir müdahale -filmde Hortense üzerinden örgütlenen- bize ‘durumlarımızı’ zorunlu olarak paylaştırabilecekken, bunun kendiliğindenliği – Maurice’in istediği türden- verili nesnellikte gerçekleşemiyor. Yorumlamayı burada kesiyorum; devam edilmesi, yazının kapsamının dışına çıkacaktır.
sinemada ‘kötü’ karakter aramak
Son sahnelerden birinde yaşanan Monica’nın, Maurice Roxanne’i çağırmaya gittiği sırada Cynthia tarafından ‘suçlanması’, bizde oluşan – tüm bu yaşanılan acıların sorumluluğunun tek bir kişiye(yenge) atfedilmesi – yapay bir gerilimden arınmayı getiredursun… ama hayır geleneksel sinemada olayların sorumlusu olarak yaratılan karakterlere karşıt olarak burada yapılmak istenen hümanist bir algının oluşturulmaya çalışılması, yönetmenin ideolojik seçiminin bir yansısı olarak ardından gelen sahnelerde – Cynthia’nın Monica’ya sarılıp ağlaması ve birbirlerini, böylece, kabul etmeleri – kendini gösteriyor. Günah keçisinin aranması, tüm film seyrimiz boyunca bizden talep edilmiş – geleneksel sinemanın -belki de senaryo demeliyiz burada – bize miras bıraktığı bir algı olarak – ancak filmdeki tüm karakterlere gösterilen merhametle geri çevrilmiştir.
Biraz da Maurice’in mesleğini/ gelen müşteri profilleri üzerinden – ve filmde özellikle değinilen trafik kazası geçirmiş kızın ve dükkanın eski – iflas etmiş- sahibinin hikayesini, onların neden ‘orada’ bulunduklarını cevaplamak niyetiyle düşünmeye başlayabiliriz. Bir önceki Mike Leigh filmini izledikten sonra çıkardığımız bir fikir olarak: ‘tüm herkesin peçesini indirmek’; bize bu sorunsalı ortaya daha net koydurtabilir. Evet, filmde, zengin olduktan sonra dükkanını Maurice’e – karakterin anlatışına göre müşterileriyle birlikte! – satıp Avustralya’ya giden ve orada iflas eden bir adam var, lakin sokaktaki adamdan bir farkı kalmamış halde ve bir tane fotoğraf makinesi ödünç isteyecek derecede ‘düşmüş’! İkinci olarak da, yine Maurice’in dükkanına gelen bir müşteri olarak: trafik kazası geçirmiş güzel ve sinirli -haliyle- bir genç kız… lakin suratı dağılmış ve bu (güzellik) artık hiçbir işe yaramayacak. ‘Onların da durumu faklı olamayabiliyor bazen’: eğer yönetmen bu sözü demeye getiriyorsa filmde, Meantime’da bu işi daha iyi becermişti -Barbara ve eşini düşünelim.
Kaan Terman
(43)