Derin Meseleler

Sinemada Zemin ve Metin

Değerli sinemacı Engin Ayça’nın 2009 yılında kaleme aldığı ve daha önce hiçbir yerde yayımlanmamış olan yazısını okurlarımızla paylaşıyoruz. Oldukça önemli teorik konuları, entelektüel bir derinlikle ve somut olgular üzerinden tartışan bu yazıyı okuma kolaylığı yaratması açısından iki bölüm halinde yayımlamayı uygun bulduk. Yeşilçam Sineması’ndan, Popüler Kültüre, Ticari Sinemadan, Sinema Endüstrisine ve Ulusal Sinema başlıklarına kadar sinema camiasının sindirerek tartışması gereken bu yazıyı yayımlama iznini verdiği için Engin Ayça’ya Bağımsız Sinema Merkezi adına teşekkürlerimizi sunuyoruz. Yazı ile ilgili her türlü eleştiri, katkı ve düşüncenizi sitemize iletebilirsiniz. Verimli bir tartışmanın kapısını aralaması umuduyla.

Aslında bu durum salt sinemaya özgü değil. Genelde sanat için ve her sanat dalı için de söz konusu. Hatta bu, kültürü de içine alır, hatta bütün toplum bilimlerini de kapsar. Burada konuyu, özelde Türk sineması bağlamında düşünmeye çalışacağız.

Ağaç benzetmesiyle yola çıkacak olursak, her ağacın, üstünde yetiştiği bir toprak vardır ve ağaç kökleriyle o topraktan beslenir, toprak onun beslendiği zemini oluşturur. Ama topraklar da farklı farklıdır. Ayrıca toprağın işlenmesi ve beslenmesi de söz konusudur. Bu arada her ağacın kökü de farklı olabilir. Ağaçlar türlerine göre farklı ürünler verir, şekilleri, biçimleri, boyları farklı olur. Aynı toprak üstünde farklı ürün, yani zemin ve metin. Tarım benzetmesini burada kesip sinemaya dönelim. Genelde sinemanın evrensel özellikleri var mıdır? Bu, o kadar önemli midir? Evrensel özelliklerinin olduğu söylenebilir belki ama bana bu evrensel özelliklerden çok, buna bağlı, farklı olan özellikler daha önemli gibi geliyor. Evrensellik bana “aynılık”, “aynı olma” çağrıştırıyor. Bunu sanatsal üretimle bağdaştıramıyorum. Farklılık ise önü hep açık bir durum, gelişmenin, çeşitlenmenin bir yolu. “Genel geçer”in dışına çıkma, farklı olma, hatta aykırı olma. Doğa bilimlerinin ve toplum bilimlerinin gelişmesi hep farklı, aykırı olmayla başlamıştır. Sanat için de durum böyledir. Evrensellik ve genel geçere bağlılık, bağımlılık bir bakıma “tutucu olmayı” da içeriyor. Güvende olma, güvende kalma, korunma içgüdüsü doğada bütün canlılar için söz konusudur. Ama doğa bunu bir şekilde kırma, gelişmeye açık olma mekanizmasıyla çözmektedir. Bu, hem tutucu, korunmacı hem de açık olma ve risk alma durumudur. Birileri korurken, birileri aykırı, farklı olacak risk alacaktır. Bütün bilimler ve sanat genel geçerin ötesine geçmeye çalışır. Avrupa sineması diye genel bir durum kuşkusuz var, Avrupa kültürü, Avrupa sanatı gibi. Ama bu genel ortam içinde bir de İtalyan, Fransız, Alman, İsveç, İngiltere vb. sinemalarından, kültüründen, sanatından söz edilir. Ayrıca tek, tek yönetmenler de farklılıklarıyla öne çıkarlar. Burada kesip Türkiye’ye gelelim.

Cumhuriyet sonrası 1950 ‘ye gelinceye kadar Türkiye de sinemaya Avrupa ve Amerikan filmleri damgasını vurmuştur. Ezici çoğunluk onlardadır. Seyirci sinemayı bu filmlerle tanımış, bu filmlerin seyircisi olmuştur. Burada Avrupa ve Amerika deyip geçtiğimiz aslında her birinin beslenmesi ve hedefi farklı ulusal sinemaların filmleridir. Ülkelerinde gösterilmesi, kültürlerinin gelişmesini ve sürmesini sağlar. Başka ülkelerde gösterilmesinin ise ekonomik, kültürel ve ideolojik beklentileri vardır. 1950’lere kadar sinema salonu olan yerlerde insanlar bu filmleri seyrederek sinemayla tanışmışlar, sinemayı öğrenmişler ve ondan beslenmiş, etkilenmişlerdir. Bu seyircilere yerli yapım filmler üretmek istendiğinde seyircilerin zaten alışık olduğu söz konusu Avrupa ve Amerikan filmleri model alınmışlar ve konusu Türkiye de geçen, yönetmeni, oyuncuları, yapımcıları, diğer çalışanları Türk olanlar tarafından filmler çekilmeye çalışılmıştır. Oluşmuş, var olan pazara ( seyircilere) uyan filmler yapılmıştır. Zemin bu seyircilerdir ve onların sinema kültürüdür, sinemasal metin de buna göredir. 1950’lerle birlikte sinemanın zemini değişmeye başlar. Elektriğin yaygınlaşmasıyla, o güne kadar sinemadan habersiz kitlelere filmler götürülür, seyrettirilir, sinema Anadolu’ya açılır. Diğer yandan sanayileşme ve tarıma traktör girmesiyle fazla nüfus büyük kentlere hızla göç etmeye başlar. Bunlar da sinemayla ilk kez karşılaşır. Bu, bir çeşit tanışmadır. Devamı nasıl gelecektir? Bu yeni seyirciler neler isteyecektir, bu yeni pazara ne tür filmler götürülecektir? El yordamıyla, denemeler yapılır kuşkusuz. Onlara yabancı filmler gösterilir, bu filmlerden öğrenilerek çekilen yerli filmler götürülür ve bakılır. Bu yeni seyircilerin (pazarın) eğilimleri ölçülür. İstanbul’daki sinema çevrelerinin maddi olanakları çok sınırlıdır, yok gibidir. Film çekmek için para ve araç gereç, negatif-pozitif film, laboratuar, vb… gerekmektedir. Bunlar var mıdır? Tefeciden faizle alınan paralarla az zamanda, az olanakla, az bilgi ve görgüyle filmler çekilir. Denenir. Seyircinin eğilimleri doğrultusunda filmler yapılır. Ve Yeşilçam sineması oluşmaya başlar. Şimdi, bugünden geçmişe baktığımızda bazı durumları görmemiz gerekir. Bunlar nelerdir? Zemin değişmiştir öncelikle. 50 öncesi seyirciyle 50 sonrası seyircinin yapısı ve beklentileri, alışkanlıkları farklıdır. 50 öncesinde kentsel değerler ve kültür durumu belirlerken, 50 sonrasında durum belirlemesinde kırsal nüfusun kırsal değerleri ve kültürü etkili olur. Film üretimi buna eklemlenir. Polis sansürü ve parasızlık “garantiye” oynamayı, etliye sütlüye bulaşmamayı gerektirir, filmlerde güncel olayların, kişilerin toplumsal oluşumların işlenmesinden uzak durulur, belli bir soyutlama içinde genel kişilerin, genel durumlardaki ilişkileri, zengin ile fakir gençlerin aşk öyküleri iyilerle kötülerin çatışmaları gibi durumlar, dön baba dönelim usanmadan çekilir. Seyirci de buna tepki göstermez, usanmadan seyreder. Al gülüm ver gülüm ilişkileri sürer gider. Ortak bir sinema dili oluşur. Bütün yönetmenler buna uymaya çalışır. Senaryocular buna göre yazarlar. Bu, Yeşilçam’dır. Burada farklı, aykırı seslere yer yoktur. Senaryocular “aynı” senaryoları yazarlar, yönetmenler “aynı” filmi çekerler, oyuncular “ aynı” kişiyi oynarlar, seyirciler de “ aynı” filmi seyrederler. Bu anonim bir sinemadır. Kırsal kültürün geleneksel değerlerinden, masal anlatma ve dinleme durumundan beslenir. Onun sinema kültüründe devamı olur. Yeşilçam geleneği oluşur, kuralları, tipleri, anlatım tarzı belirlenir. Yeşilçam tarzı, bir sinemasal metindir, kırsal nüfus ve kültür zemininde oluşmuş, gelişmiştir. Burada yabancı filmlerin ve kültürlerin de etkisi kuşkusuz vardır, ama Yeşilçam metni, özgün anonim bir sentezdir, zeminine uyan bir sinemadır, kökleri oradadır, seyirciler yoluyla oradan beslenir. Bu süreç şimdilerde, bir biçimde televizyon dizilerinde sürmektedir.

Yeniden bir belirleme yapalım. Yeşilçam Sineması her şeyden önce bir kültürel olaydır. Sanatsal olay değildir. Yeşilçam’ı bir bütün olarak kültürel boyutta görmek gerekir. Orada sanatçıları aramak yerine bu kültürel olayı üreten insanlar görülmelidir. Yönetmeninden oyuncusuna, kameramanından senaryocularına, yapımcılarına kadar Yeşilçam’ı var eden herkes burada bu kültürel olguyu üretmek için üstlerine düşen görevleri yapmıştır. Bu kişileri sanatçı olarak görmek yerine zanaatçı, teknisyen olarak değerlendirmek daha doğru olur. Yeşilçam filmleri var olan bir kültürün devamıdır, o kültüre tekabül ettiği için seyirci tarafından tutulmuşlar, sevilmişlerdir. Oyuncular iyi oyuncu oldukları için değil, o kültürdeki bir olguyu karşıladıkları için var olmuşlardır, senaryocular o kültüre uygun yazmaya özen göstermişler, yönetmenler o kültüre uyan tarzda filmler çekmişlerdir. Asıl belirleyici ve yönlendirici seyirciler aracılığıyla o kültürdür. Bu kültür geleneksel sözlü halk kültürüdür. Yeşilçam’ı değerlendirmek, anlamak için sanatsal, estetik ölçütler kullanmak yerine kültürel ölçütlere başvurmak gerekir. Yeşilçam’da sanatsal boyut aramak doğru olmaz. Bütün Yeşilçam filmleri � aynı kodlara uyarlar, Yeşilçam Sineması gelenekseldir, üreticileri anonimdir. Kişiler bu anonimin hizmetindedir. Yeşilçam Sineması geleneksel, anonim bir sözlü halk kültürü sinemasıdır. Sanat ise yaratıcı kişisel bir üretimdir. Kuşkusuz Yeşilçam’da yaratıcı, kişisel filmler yapılmaya çalışılmıştır, ama bunlar çok çok azdır ve istisna oluştururlar, 6 bin film içinde 50’yi zor geçerler. Yeşilçam da herkes geleneksele, anonimliğe uymak zorunda kalmıştır. Bu bakımdan Yeşilçam, sanatsal değil kültürel bir olgudur. Orada kültür uygulayıcıları vardır, sanatsal yaratıcılar değil.

Yeşilçam Sineması için çokça kullanılan iki deyim vardır: ticari sinema ve popüler kültür. Bu deyişlerin de Yeşilçam için uygun olmadığını düşünüyorum. Çünkü bu iki deyimin de tanımları Türkiye’de üretilmemiş, ithal edilmiştir, farklı bir ortamın ürünleridir, Türkiye’ye göre yeniden düşünülmelidir. Batıda bir sinema sanayisi vardır. Yeşilçam sanayileşmemiştir. Batı kapitalist bir sanayi toplumudur. Öz sermayesi vardır, yatırım yapar, pazarlar. Türkiye’de durum böyle değildir. Batıda yazılı kültüre çok çok önceleri geçilmiştir. Bizde hala sözlü kültür etkilidir. Batı toplumlarında “birey” ortaya çıkmıştır, biz de bu hala söz konusu değildir. Ticari sinema, ticari filmler sanayileşmiş bir sinemanın ürünleridir, ticaret için yapılmışlardır, dolayısıyla onların ticareti yapılır. Onlar meta-filmlerdir. Sanayi ürünüdürler, pazarlanırlar. Halka pazarlanan popüler kültür içinde yerlerini alırlar. Bu bakımdan popüler kültürün parçasıdırlar. Popüler kültür, kültür sanayisi tarafından üretilir ve pazarlanır. Bu durum sanayileşmiş toplumlara özgü bir olgudur. Türkiye gibi ülkeler söz konusu olduğunda, otomatik uygulanmak yerine, gözden geçirilmeleri, yeniden tanımlanmaları gerekir. Yeşilçam sanayileşemediği için ürettiği filmlerin pazarlanması söz konusu değildir. Yeşilçam filmlerinden para kazanmış olmak, onları ticari film yapmaz. Yeşilçam’ın üretime ve pazarlamaya yatıracağı bir öz sermayesi yoktur. Yeşilçam’ın sermayesi seyircilerdedir. Onlar filmleri seyrederlerse, ödedikleri bilet paraları borç parayla yapılan filmleri, sonradan finanse etmektedirler. Batıda filmleri sermaye finanse ederken Yeşilçam’ı seyirci finanse etmiştir. Seyirci kendi kültürüne uyan, kültür kodlarına uyan filmlere geçmiştir. Yeşilçam’da bu kültür kodları uyan filmler yapmıştır. Bu bakımdan Yeşilçam ticari bir sinema değil, kültürel bir sinemadır. Popüler bir sinema değil popülist bir sinemadır. Yeşilçam, yabancı filmlerden, romanlardan çokça yararlanmıştır. Ama onları adapte (uyarlamamış) etmemiş, onları seyircinin kültür kodlarına uygun hale getirmiştir, dönüştürmüştür. Ferdi Tayfur’da seslendirmede aynı şeyi yapmıştır. Bu, yerlileştirme, yerli kültüre dönüştürme işlemidir. Yeşilçam Sinemasına bu gözle bakmakta yarar var.

Sinemamızdaki oluşumlara da zemin ve metin bağlamında yaklaşmak gerekir. Yeniden kentsel ve kişisel film üretimi süreci başlamıştır. Genel zemin değişmiştir yeniden. Kişiler de kendi özel zeminlerini kendileri belirlemektedir. Burada da yine seyircinin konumu etkili olmaktadır. Kimileri buna uyumlu olmaya özen gösterirken, kimileri de uzak durmaya, uyumsuz olmaya özen göstermektedir. Genel zemine bakacak olursak, önce seyircilerin değiştiğini görürüz, daha doğrusu seyircilerde bir yer değiştirme durumu söz konusudur. Televizyonun yaygınlaşmasıyla, seyircilerin büyük bir bölümü evlerinde televizyon ekranının karşısına geçip film seyretmeye yönelmiştir ve sinema salonlarında film seyretmeye gitmez olmuştur. Sinema salonlarını yine yabancı filmler doldurmaktadır. Üretilen yerli filmler bu sinema salonlarında görücüye çıkarlar. Sinema salonlarındaki seyirciler bu kez de yabancı filmlerin yerli seyircileridir ve kentlidirler. Sinema salonu seyircilerinin, yabancı filmler tarafından ele geçirildiği, biçimlendirildiği gibi bir durumu tartışmak gerekir. Olay ayrıca yalnız sinema boyutunda da değildir. Adını tam koymak gerekirse ABD kültürel olarak ülkeyi işgal etmek, tam ele geçirmek çabası içindedir. Yeme kültürü, giyim kültürü, dinlenme kültürü, seyir kültürü, vb. ABD’ye göre dönüştürülmektedir. Herkes birbirine “ bye bye” demekte ve operasyon sürmektedir. Sinema salonu seyircilerinin yaş ortalamaları 20 civarı, yani genç kuşak, gençlik. Geçmişinden koparılmış, geleceği göremeyen, günlük yaşayan, her bakımdan kötü beslenen, düşünce üretmeyen, beğenileri yönlendirilmiş genç bir seyirci kuşağı. Sinema sektörünün gene parası yok. Devlet yardımı çok yetersiz. Televizyon kanalları, ancak iş potansiyeli olan projelere sıcak, sponsorlar da benzer yaklaşım içinde. Genel durum bu, eksiği var, fazlası yok. Üstelik bu kez sinemamız dünya ya da açılıyor. Durum daha boyutlu. Hesaplaşma hem içeriyle hem dışarıyla. Konu Post-Yeşilçam sinemasında zemin ve sinemasal metin, yaratıcılık, özgünlük sorunudur. Kuşkusuz bütün bunlar kültürel ( sinemasal ) bir ekosistem içinde oluşuyor. Ayrıca bir de birleşik kaplar durumu var. Biz istesek de istemesek de, bilincinde olsak da olmasak da bu ilişkiler, bu sistem işlerliğini sürdürüyor. Sinemanın genel geçerlerine uymak, genel geçerleri içinde kalmak belki para kazandırır ama sinemaya bir şey kazandırır mı? Sayısız birbirine benzer, genel geçer sinema ürününden ancak “ +1” daha olunur. Bu, birçok sinemacı için bir sorun oluşturmayabilir belki, ama bu yolla yaratıcı ve özgün olunur mu? Sinema sanatçısı olunur mu? Yoksa genel geçer sinemanın, sıradan sinemanın, demode sinemanın sayısız uygulayıcılarından biri mi olunur? Sanatçı olmak zor zanaattır. Otomatik olunmaz. Her film çeken sanatçı değildir, olamaz. Bu bakımdan sinemasal özgün metin konusu önemlidir. Tabi bu metnin zemini de. Resim dünyasından bir örnek verecek olursak, 1900’lerin başında Paris’te genel izlenimci resim metninin içinde kaç tane farklı akım, yöneliş, anlayış gibi çeşitli bireysel, kişisel resim metinlerinin de olduğunu görmek gerekir. Bunların hiç biri o dönemin genel-geçer resminin peşinde değildir. Bütün diğer sanatlar için geçerli olan bu durum, sinema için de olmak zorundadır. Ve bunun yolu genel geçerin dışına çıkmaktır. Ama bu, zor bir varoluş sürecidir. Çünkü sinemada hala yatırımcının sözü geçmektedir, yaratıcının değil. Yatırımcı ancak genel geçer sinemanın ürünlerinden para kazanabilmektedir. Seyirci için bu ürünler, dilini bildiği, kolay anladığı, alıştığı ürünlerdir. Genel seyirci tutucu bir yapıya sahiptir. Alışkanlıklarına bağlı tek, tek insanlar için bundan sıyrılmak kolay değildir. Kimse güvenli sulardan uzaklaşmak istemez. Bunlar hep tutuculuktur aslında. Seyirci, yatırımcı için bir müşteridir. Yatırımcının öncelikli hedefi müşteriye kolay satacağı, sürümü olan meta-filmlerdir. Film bir ticaret aracıdır, para kazanmak için üretilir. Yaratıcının hedefi bu genel işleyişe uymaz. Yaratıcının bu çabasını seyirci de desteklemez. Ezberinin bozulmasını istemez. Bu demektir ki ezber bozan, genel geçerin dışına çıkan, sıra dışı olan yaratıcı yönetmenin para ve seyirci sorunu olacaktır. Bunun göze alınması gerekir. Ama her dışa çıkmayı isteyen çalışma da otomatik olarak doğru ve geçerli bir uğraş peşinde olmayabilir. Kendini kabul ettirebilen, zamana dayanabilen ürünler kalıcı olabilir. Darvin’ in evrim kuramı, bu alanda da geçerlidir. Yaratıcı belli bir tarihi, kültürel, toplumsal sürecin ürünü ve parçasıdır. Bu onun genel varoluş zeminini oluşturur. Ayrıca eğitim, bilgi, görgü gibi özel birikimler vardır. Kişinin bilinçli olarak yöneldiği, benimsediği ilgi alanları, oluşumlar vardır. Bunlar ve benzeri durumlar yaratıcının zeminidir. Buradan beslenir. Ve kendi kişisel dünyasını var eder. Bu onun kişisel varoluş metnidir. Bu iş de otomatik olmaz. Her türlü manipülasyona, genelleştirilmeye, alet edilmeye, saptırılmaya vb. karşı verilecek bilinçli bir çaba ile ancak gerçekleştirilebilir. Özgün, özerk birey olabilmek kolay değildir. Kişisel, bireysel özgün metni olmayanın sanatsal (sinemasal) özgün metni de olmaz. Bu sanatsal (sinemasal) metnin de sanatsal (sinemasal) bir zemini olmalıdır kuşkusuz.

Biz Türkiye olarak, bu toprakların insanı olarak tarihimizi, kültürümüzü ne ölçüde biliyoruz? Nereden geldiğimizin, sürecimizin farkındayız? Oysa bütün bunlar bizim zeminimizi oluşturuyor. Dünya sineması sürecini, Türk sineması sürecini ne kadar biliyoruz (yüzeysel ve derinlemesine)? Bir metin oluşturmanın bilinçli bir inşa işi olduğunun ne kadar farkındayız? Gene el yordamı ile mi yol alıyoruz? Yoksa “göç gide gide düzelir” deyişi bize özgü bir belirlememidir, mayamızda, zeminimizde bu mu vardır? Her neyse…

Türk sineması giderek bir yerlere oturmaya, netleşmeye başlıyor gibi. Yılık film sayısındaki artış, her çeşit deneme bunun bir göstergesi. Bir yandan sinemamızın dış festivallerde artarak ilgi odağı olması, sinemamızdaki eğilimleri ve yönelişleri yani sinemasal metinleri irdeleme ve tartışma zamanının da çoktan geldiğini gösteriyor. Özgün bir Türk sineması ve yönetmeni metni ne oranda söz konusudur? Belli eğilimlere, yönelişlere Türkiye’den özgün katkılar var mıdır? Ayrıca dış festivallerde ilgiyle karşılanıyor olmak ne ölçüde doğru bir referanstır?

Yeşilçam Sinemasına (ya da Türk sinemasının Yeşilçam dönemine) baktığımızda, onun hangi zemin üzerinde nasıl bir metin oluşturduğunu az-çok biliyoruz. 50 sonrası Türkiye’sinde, geleneksel sözlü kırsal kültüre eklemlenmiş, onu sürdürmüş, ona göre var olmuş bir sinema. Genel zemin bu. Ayrıca para kaynaklarının niteliği, niceliği, aydın çevrelerin sinemamıza bakışı, sansür gibi durumları da göz önünde tutabiliriz. Böyle bir zemin üstünde genel bir Yeşilçam Sineması metni oluşmuştur. Bu genel metin oyuncusundan yönetmenine, senaryocusuna, yapımcısına herkesi bağlamıştır ve dışına çıkılmasına izin vermemiştir. Çünkü bu metin geleneksel sözlü kırsal kültür metninin üstüne oturmuş ve bunu sinemada sürdürmüştür. Bu metin gelenekseldir, tutucudur, anonimdir. Kişisel çıkışlara izin vermez. Kişisel çıkışlar ancak, bir ölçü içinde zaman zaman, istisna oluşturacak şekilde var olabilirler. Nitekim de öyle olmuştur. Post-Yeşilçam dönemi, bir bakıma bu Yeşilçam metnine karşı çıkmayı da içermektedir. Kişisel sinema yapma peşindedir. Kentseldir, dünyaya açılmayı da hedeflemektedir. Bu durumda her sinemacı belli bir zemin üzerinde kendi metnini oluşturmaya çalışmaktadır. Bu noktada seyircinin konumu üzerinde durmakta yarar var. Çünkü Türkiye’de seyircinin durumu, kuvvetli bir zemin olarak metinleri etkilemekte, belirlenmesinde rol oynamaktadır. Post-Yeşilçam dönem, Yeşilçam-dışı bir seyirciye filmler yapmaktadır. Kimdir bu seyirci? Yeşilçam Sinemasının zirve yaptığı bir dönemde iki küme seyirciden söz edilebilir. Bunlardan büyük küme daha çok ve öncelikli olarak Yeşilçam filmlerine gitmekte onları seyretmektedir. Daha küçük öteki küme ise yabancı filmlerin seyircileridir. Televizyon yayınlarının başlaması ve yaygınlaşmasıyla evlere çekilen Yeşilçam seyircisi, sinema salonlarına bağlı kalarak üretim yapan Yeşilçam Sinemasını salonlarda yalnız bıraktı ve üretimin başka tür filmlere kaymasının önünü açtı. İşte bu önü açılan, Yeşilçam tekel egemenliğinde var olamayan sinema Post-Yeşilçam’dır. Sinema salonları için filmler yapmaktadır. Sinema salonları sayısı ise televizyon yayınları sonrası üçbinlerden, üçyüzlere düşmüştür ve yabancı (öncelikli olarak ABD) filmlerin işgali altındadır. Seyirci, genel olarak yabancı filme giden, onun etkisindeki seyircidir, yaş ortalaması ise 15-20dir. Genç kuşaktır, kentlerde yaşamaktadır, eğitimlidir (okulludur). Bu seyirci kümesinin sosyo-kültürel, ekonomik, siyasal-ideolojik yapısının irdelenmesi ayrı bir yazı ve araştırma konusudur. Hangi müzikleri dinler, nasıl beslenir, ne içer, nasıl giyinir, ne okur, ne konuşur, gelecek beklentileri nedir gibi soruların yanıtlanması önemlidir. Ama belki genel olarak bir kültürel işgal girişimlerinin etkisi altında olduğu söylenebilir. Daha net belirtmek gerekirse ABD kültür endüstrisinin çekim alanında oldukları görülebilir. Bu durumun bilinmesinde ve hesaba katılmasında yarar var. Bu seyircilere filmler yapılmaktadır çünkü. Türkiye’de sinema seyircileri ABD filmlerinin etkisi altındadır, onlarla koşullanmışlardır. Hem salonlarda hem de TV’lerde ABD filmleri egemendirler. Yeşilçam Sineması, kendi döneminde, sinema salonlarında yabancı film egemenliğine son vermiş, üstünlük kazanmıştı. Ve yalnız kendisini seyreden seyirciler oluşturmuştu. Bu süreç şimdilerde TV kanallarındaki yerli dizilerde sürmektedir. Bu günlere baktığımızda 50’lerdekine benzer bir süreç içinde olduğumuz belki söylenebilir. Bu kez Yeşilçam’ı var eden yeni bir seyirci kümesinden söz edemeyiz. Doğrudan, seyirci üzerindeki ABD egemenliğini kıran yerli filmlerin çekilmekte olduğunu görmekteyiz. ABD filmleri, onların yöntemlerinden yararlanan ama toplumun (seyircilerin) belli beklentilerine karşılık gelen filmlerle salonlarda geriletilmektedir. Ama bu durum birazda İtalyan pizzasının karşısına yerli pizzayı, Mc Donald’ın karşısına yerli köfte-ekmek çıkartmak gibi de olmaktadır. Gene de bir şeydir, denilebilir, süreç zaman içinde daha sağlıklı özgün, ticari filmler üretebilir belki. Bu gelişmelerin yanında bir de fazla seyirciye ulaşmayan, ticari kaygılar taşımayan kişisel arayışlar içinde olan bir sinema gelişmektedir. Post-Yeşilçam döneminin zemin ve metin sorunlarını bu bağlam içinde görmeye çalışmak gerekir. Bu her iki eğilim ve yöneliş için de genel zemin ortak.

Türk sinemasında şimdi asıl sorunumuz yaratıcı, özgün film üretimidir. Sinemada yaratıcı ve özgün nasıl olunur, bunlar ne anlama gelmektedir? Yaratıcılık ve özgünlük, kişisel olmaktır. Özgün bir birey olmaktır. Kendi, dünyasını ve dilini oluşturmaktır. Kuşkusuz bu, belli bir genel zemin üzerinde, kendi özel zeminin seçerek, oluşturarak yapılabilir. Genel toplumsal zemin, genel seyirci zemini, genel anlayış ve beklentiler zemini gibi durumların değerlendirilmesi gerekir. Sinema alanı, sinema sanayisi tarafından belirlenmekte, yönetilmektedir. Yeşilçam’ın içinde olduğundan farklı bir durumdur bu. ABD sinema sanayisinin egemen olduğu bir ortamda özgün, yaratıcı Türk filmleri üretilmeye çalışılmaktadır. ABD filmleri belli kuruluş ve anlatım formatları oluşturmuştur. Seyirciler bunlara alıştırılmışlardır. Bu, ticari formattır. Kolay ve çabuk tüketilmeyi amaçlar. Öykü anlatır, tanınmış oyunculara dayanır. Çok iyi ve çok yönlü pazarlanır. Evrensel denilen sıradan duygulara, duyarlıklara yöneliktir, derinliksizdir, vb… kısaca her zaman ve her yer için genel geçer bir sinemadır. İdeolojiktir, belli bir siyasete göredir. Yüz yıldır, denene denene, iyice olgunlaşmış, yerleşmiş ve egemen sinema anlayışı olmuştur. Şimdi bu sinemaya karşı ne yapılabilir? İşgal altında yaşamaya alışıp, devam edecek miyiz? Etmediğimiz kesin. Hatta alan kazandığımızı söyleyebiliriz. İki yönlü bir savaş içindeyiz aslında. Ve bu savaş lehimize gelişiyor. ABD tarzı sinemaya karşı aynı kulvarda gibi görünen yerli yapımlarla iyi sonuçlar alınıyor. Seyirci sayıları bunun kanıtı. Ve bu alanda yapılan filmlerin sayıları da giderek artmakta. Seyircimiz bu tarz filmler içinde yerli yapımları tercih etmekte. Bu durumun zaman içinde daha iyi, daha derinlikli içerik taşıyarak değerlendirileceğini umuyoruz. Bu alanda şimdilik pek sorun yok diyebiliriz. Soru ve sorunumuz asıl tam bağımsız, özgün ve özgür diğer sinema alanında. Burada dikkat edilecek başlıca iki nokta var: sinema dili ve içerik. Bunların zemin ve metin bağlamında çözümlenmesi gerekiyor. Hangi zeminden besleniyor ve nasıl bir sinemasal metin peşinde? Zeminde ülke gerçekleri, ülke kültürü, dünyadaki diğer kültürler, Türk sineması ve dünya sineması tarihleri, diğer sanatlardaki oluşumlar, vb… var. Her yaratıcı yönetmen kendi zeminini kendi seçer, belirler. Ayrıca her yönetmenini doğal olarak içinde olduğu bir genel zemin vardır. Ve bunların üstüne, bunlardan beslenerek kendi özgün, yaratıcı sinema metnini kurmaya çalışır. Bu bağlamda yönetmen bağımsız olmak, kendini bağımsız hissetmek zorundadır. Bu bağımsızlık öncelikle sinemanın ticari beklentileriyle ilgilidir. Sinema yönetmen için, yaratıcı için tüketilecek, ticareti yapılacak bir meta değildir. Ticaret yatırımcının hedefidir. Onun da tüccar yönetmenleri vardır. Yaratıcı yönetmene farklı bir yatırımcı gerekmektedir. Sanatçı için sinema önce kültür ve sanat ürünüdür ve insanlar arasında, toplumlar arasında bu bağlamda bir işleve, yere sahiptir. Bunun ticareti olmaz. Sanatçı tüccar değildir. Böyle bir sinemanın başta geniş seyircisi yoktur. Herkesin, sıradan dilini kullanmaz, özel anlamlarla çağrışımlarla yüklüdür, iletişim için özel çaba gerektirir, genel geçerden uzaktır, alışkanlıkları zorlar, rahatsız edebilir, farklı tatlar, algılamalar sunar, tüketim nesnesi değildir, vb… kişiye özeldir, özgüdür. Ticari sinema öyküye yaslanır, öykü satar. Bu öykünün standart dili anlatım biçimleri vardır. Anonimdir, herkes için aynıdır, her tüccar yönetmen için geçerlidir. Bu tüccar yönetmenler, anlattıkları öykülerle birbirlerinden ayrılırlar, özgünlükleri ancak bu alandadır. Öykü anlatmanın pek ötesine geçmezler. Tartışılan da çokluk öykünün içeriğidir, ideolojisidir, yaklaşımlarıdır. Bu sinemanın, sinemasal metni öyküsüyle sınırlıdır. Oysa sanatın (sinemanın) kendi sanatsal içeriği, sanatsal gündemi, sanatsal metni vardır. Bunun kapsamı hem geniştir, geneldir, hem de kişiye (sanatçıya) özgüdür, birçok şeyi içerir. Öykü burada çok önemli değildir, taşıyıcı bir unsurdur, araçtır. Ticari sinema edilgen bir seyirciyi hedefler. Verileni alacak, tüketecek bir seyirci. Perde etkin, baskın bir konumdadır. Bunun korunması ve sürdürülmesi için her şey yapılır. Salon (seyirciler) edilgen olmalıdır, kalmalıdır. Bu bir iktidar ilişkisidir. Siyasaldır, ideolojiktir. Yöneten ve yönetilen durumudur. Bu açıdan sinema salt ticaret yapmaz. Egemen erk’in hizmetindedir, o’na çalışır. Yönetenin sinemasıdır. Bu, sanayileşmiş toplumların, sanayileşmiş egemenlik sinemasıdır. Sanayi ürünüdür. Onun güdümündedir. Seyirciler, bir yandan pazarı oluştururlar, müşteri konumundadırlar, kendileri (Pazar) için üretilen meta-filmleri tüketirler, diğer yandan toplumu oluşturan insanlardır, yönlendirilmeleri, koşullandırılmaları, istenen şeylere alıştırılmaları, vb… gerekir. Yerleşik düzene uyan, uyumlu olmaları istenir. Öykülerle oyalanırlar. Kolay, çabuk tüketime alıştırılmışlardır (alıştırılırlar). Oysa sanat yeni, faklı şeylerin peşindedir. Yerleşik olanın dışına çıkma ister. İtirazları vardır. Konfeksiyon, sanayi ürünü olmaz.

Nasıl bir özgün Türk sineması sorusunun yanıtları, bu bağlamlar içinde aranmalıdır. Özgün Türk sineması, özgün bir zemin üzerinde oluşacak özgün bir sinemasal metinle olasıdır. Daha önce başka yerlerde, başkalarının yaptıklarından etkilenmek, onlardan esinlenmek, yola çıkmak, o çalışmalara eklemlenmek olabilir, ama bunları aşmak, bunlara farklı açılımlar, boyutlar getirmek, Türkiye’den özgün katkıda bulunmak gerekir. Post-Yeşilçam dönemi Türk sinemasındaki oluşumlar bu çerçeveler içinde ele alınmalı, incelenmeli ve değerlendirilmelidir.

Engin AYÇA

İstanbul 02.02.2009

ENGİN AYÇA 

1941 yılında Edremit’te doğdu. Galatasaray Lisesi’ni bitirdi. Roma’da Roma Deneysel Sinema Merkezi’nde sinema yönetmenliği eğitimi gördü. 1970-1974 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Foto Film Merkezi’nde çalıştı. Yılmaz Güney’in Arkadaş filminde yönetmen yardımcılığı yaptı. 1973-1975 yılları arasında Atilla Dorsay ve Nezih Coşkun ile birlikte 7. Sanat isimli sinema dergisini çıkardı. 1974 yılında girdiği TRT İstanbul Televizyonu’nda 1986 yılına kadar yönetmen olarak çeşitli belgesel filmler ve kültür programları gerçekleştirdi. 1987 yılında TRT’den ayrıldı ve Bez Bebek adlı sinema filmini yönetti. 1990 yılında ‘Soğuktu ve Yağmur Çiseliyordu’ isimli filmini çekti. Çeşitli dergi ve gazetelerde sinema yazıları yazdı çeviriler yaptı. Mimar Sinan Üniversitesi Sinema TV Enstitüsü’nde ders verdi. Oyuncu Gülsen Tuncer ile evli.

Oyuncu Olarak Yer Aldığı Filmler

Unutmadım 1997 
İlk Aşk 1991 

Yönetmenliğini Yaptığı Filmler

Suna 2007 
Penceremde Sardunyalar 2004 
Ölüler Altın Takmaz 2000 
Su Sinekleri 1999 
Soğuktu Ve Yağmur Çiseliyordu 1990 
Bez Bebek 1987 

Senaryoları

Suna 2007 
Soğuktu Ve Yağmur Çiseliyordu 1990 
Bez Bebek 1987 

Yönetmen Yardımcısı 
Arkadaş 1974 

Ödülleri 
1.Ankara Film Şenliği 1988 
En İyi Senaryo Bez Bebek

Bunlar da ilginizi çekeilir Benzer

Yorumlar

Yorumlar yükleniyor...