Kızgın Fırınların Saati ve öfke üzerine
KIZGIN FIRINLARIN SAATİ VE ÖFKE ÜZERİNE
YENİ TİPTE BİR İZLEYİCİ İÇİN NOTLAR – 1
Geçenlerde Akademi’de Getino’yla Solanas’ın ‘Kızgın Fırınların Saati’ (1968) filminin ilk bölümünü görme fırsatımız oldu. Bu film için söylenebileceklerden bir tanesi, öfkeli olduğu… Bu ne demek? Aklıma Jean-Paul Sartre’ın ‘Edebiyat Nedir?’’de Tintoretto’nun Golgota adlı tablosu için söyledikleri geldi: “Tintoretto, Golgota’nın üstündeki göğün bu sarı sarı yırtılışını, bunalımı anlatmak ya da doğurmak üzere seçmemiştir; bu hem bunalım, hem de sarı gök’tür. Bir bunalım göğü ya da bunalan bir gök değildir; nesneleşmiş bir bunalımdır bu,” (1) İşte Sartre’ın ‘Edebiyat Nedir?’’de yazın için geliştirdiği sanat anlayışını sinemaya uygulamaya çalışacağız bu yazıda.
Böyle bir araştırma, yönetmenlerin oluşturmak istedikleri duyguları filmlerinde nasıl yarattıklarını görebilmek, onların yaratıcılıklarını ortaya sermek demektir. Aynı zamanda, yaratılan nesneyi (filmi) ortaya çıkarabilmek için – çünkü film ancak kendisine bakıldığı zaman vardır – izleme adını verdiğimiz somut edimimizi de aydınlatma girişiminde bulunacağız.
*
Öfkeli bir film diyorum, çünkü yönetmenler kendi halklarının durumunu toplumsal adaletsizliklerin simgesi yaparak öfkemizi kışkırtıyorlardı. Öfke neredeydi peki? Anlatıcının ses tonunda mı, eğretilemelerde mi, istatistiklerde mi, bizde mi? Perdede akan görüntülerin ya da film makarasının, dijital verilerin içlerinde öfke barındırdıklarını ve kendilerine bakmamızla birlikte bu duyguları bize bulaştırdıklarını söyleyecek kadar budala değilizdir herhâlde.
“Her yerde vardırlar, hiçbir yerde yokturlar.” Bu ne demek? Film izlerken, öfkeli diyorum, hırs var, kin-nefret, sevgi (neden olmasın?) var diyorum, ya da hissediyorum; tüm bunlar toplumsal verilerin anlatıcı tarafından sıralandığı, Arjantinli yoksul köylülerin ve daha sonra “aydın” kesiminin görüntülendiği sahnelerde oluyor; film bitiyor ve “öfkeli bir filmdi” diyerek salondan ayrılıyorum… Yönetmenler kılavuzluk ediyor bana; bir halkı anlatıyorlar, bu halkı toplumsal adaletsizliklerin simgesi yapıp öfkemi kışkırtıyorlar. Duygulanımlarımı alevlendiriyor, adlandırıyor (öfke), düşsel bir kişiye (yönetmenler) yüklüyor, bu kişiler de onları bizim yerimize yaşıyor… “Filmin izleyicinin öznelliğinden başka bir öz yok: Solanas ile Getino’nun öfkesi, ona ödünç verdiğim, kendi öfkemdir; izleyicideki bu adalet duygusu olmasa, ortada akıp giden karelerden başka bir şey kalmayacaktır. Egemen sınıfa duydukları nefret, benim imajlar tarafından kışkırtılan, elde edilen nefretimdir ve egemen sınıfın kendisi bile, Solanas ve Getino aracılığıyla ona duyduğum nefret olmadan var olamayacaktır; bu nefrettir ona can veren, etidir bu onun.” Buradaki dönemeci iyi almamız lazım çünkü izleyicinin film karşısındaki deneyimini aydınlatır: “Bu duygular ayrı bir türdedir; çıkış noktalarında özgürlük vardır, ödünç verilmişlerdir.” Daha işin başında – filmin başlarında siyah üzerine beyaz yazı: NEFRET DUYMAYAN BİR HALK ZAFERE ULAŞAMAZ – duygulanımlarım alevlendirilip adlandırılır. Öfke duymaya davet edilirim. Ama öfke nerede? Şimdi artık yazının başında da sorduğumuz bu soruya cevap verebilecek haldeyiz. Yönetmenler izleyicilerini giriştikleri işi sona erdirmeye çağırıyor. Çünkü insanın kendisi için film çekmesi diye bir şey yoktur. Sinematografik nesnenin ortaya çıkabilmesi için (yalnızca nesneyi ortaya çıkarmak için değil, ayrıca bu nesnenin mutlak bir biçimde var olması için), çekme işleminin karşısında diyalektik bir bağlaşık terim, yani izleme işlemi vardır. Anlam karelerde, planlarda ya da sahnelerde değildir, çünkü tam tersine, bu planların her birinin imlemini (anlattığı şeyi) anlamamıza yardım eden şey anlamın kendisidir; ve imajlar aracılığıyla gerçekleşmesine karşın, sinematografik nesne, hiçbir zaman imajların içinde verilmemiştir; tam tersine, yapısı gereği, sessizliktir, imajların yadsınmasıdır. Kısacası, izleyicinin yarattığı sessizlik bir nesnedir. Salondan çıkıyorum, bir izlenim, belki de bir fikir edindim: öfkelendim, ama bunu bana ulaştırmış planların bir tekini bile anımsayamıyorum. İşte sessizlik içinde yaratılan nesneyle kastedilen budur. Öfke, her yerde vardır, hiçbir yerde yoktur; izleyicinin, hareketli görüntüyü hiç durmadan aşarak bütün bunları kafasında yaratması gerekir. Hiç kuşkusuz yönetmenler bize yol gösterir, koyduğu işaret kazıklarının arası boştur, bu boşlukları doldurmak gerekir, onların ötesine geçmek gerekir. Böylece, izleyici için, her şey yapılmayı beklemektedir ve her şey daha önce yapılmıştır; film ancak onun yetenekleri ölçüsünde vardır; izlediği ve yarattığı sırada, her an izlemeyi daha ileri götürebileceğini, daha derinliğine yaratabileceğini bilir. Sartre, bu ikinci işlemin (izleme), ilk işlem (çekme) kadar yeni ve benzersiz bir edim olacağını söyler.
Öyleyse yönetmen, yapıtının ortaya konuşuna yardım etmesi için izleyicinin özgürlüğüne çağrıda bulunur. İzleyici de hem keşfettiğinin, hem de yarattığının bilincine varır, yaratırken keşfettiğini, keşfederken yarattığını fark eder. Duygulanımları hiçbir zaman sinematografik nesnenin etkisi altında değildir; kaynaklarını sürekli olarak özgürlükten alırlar; ödünç verilmişlerdir. Demek ki izleme, yönetmenle izleyicinin arasındaki bir cömertlik anlaşmasıdır. Öfke, bizim öfkemizdir.
*
Sonuç olarak, izleyicinin edilginlikten, aktif bir tutum alması, onun filmle karşılaşması sırasındaki konumunun farkında olmasını da gerektirir. Jean-Paul Sartre’ın kuramı üzerinden kurulacak böyle bir bağlantı, filmleri izlemeye dönük yeni bir algının ve isteğin oluşmasına katkıda bulunabilir.
Kaan Terman
(154)