Derin Meseleler

Kaybolan Bir Neslin Anatomisi

Onur Doğan

‘80’lerin başlarında Yıldız Savaşları (Star Wars) rüzgârı tüm dünyada etkisini hissettiriyordu. Bu rüzgârın da etkisiyle Ünsal Oskay, yeni olanın karşısında duyulan ürküntü, endişe ve merakın, yaşadığımız dönemde, eski günlerdeki gibi masal ya da öykü anlatıcılarının anlattıklarıyla değil, bir bilinç endüstrisinin “ürettiği” endüstriyel birer “mamul” olan fantazyalarla karşılandığı vurgusuyla başlayan “Çağdaş Fantazya” adlı kitabını kaleme aldı. 2010’a geldiğimizde ise dönemin ihtiyaçlarına göre araçlarını geliştirmiş -ama değiştirmemiş- bir bilinç endüstrisiyle ve Star Wars yerine de, sözgelimi, Avatar’la karşılaşıyoruz. Bu yüzden “Çağdaş Fantazya” ne güncelliğini yitirmiş durumda, ne de öneminden herhangi bir şey kaybetmiş.

“Çağdaş Fantazya”, temel olarak fantastik sinema ve bilim-kurgu sineması ile ilgili. İletişim bilimi denince yeri tartışma götürmez bir isim olan yazar, ele aldığı konuya da “iletişim” açısından yaklaşıyor. Filmlerin sanatsal değerlerini ya da başarısını konu dışında bırakarak kod çözümüne girişiyor. Yaratıcılarınca bu filmlere -bilinçli ya da bilinçsiz şekilde- kodlanmış mesajları ortaya serip, çeşitli sorulara cevap arıyor: İnsanlık için düşlemek neden önemli? Korku filmleri insanların ilgisini neden çekiyor? Popüler bilim-kurgu filmleri ne kadar bilimsel? Sinemada alternatif gelecek tasarımları böyle nitelendirilmeyi hak ediyor mu? Peki, bilinç endüstrisi tarafından üretilen tüm bu “çağdaş fantazya” ürünlerinin işlevi ne?

Mitolojiye Dönüş

İnsan ilk çağlardan beri hayal kuruyor. Hem bugününü anlamlandırmak için, hem de geleceğini kurabilmek için her fırsatta düşlüyor. Bu noktada, mitler devreye giriyor. Oskay’ın, bilim-kurgu konusunda görüşlerini paylaştığı isimlerden Suvin’e göre, gerçekliğin algılanmasında önemli bir başlangıç olan mitler, eleştirel bir tutumdan yoksun oldukları için, gerçekliği anlamakta ve anlamlandırmakta yetersiz kalıyor. Çünkü ilk çağlardan itibaren egemen sınıflarca üretilen mitler, statükonun güçlü birer güvencesi olarak, kitlelerin düşleme alanını önemli ölçüde kısıtlıyor.(sf. 49-50)
Yaşadığımız dönemde ise, hayatın insan için bir bütünlük içinde algılanmasının iyice imkânsız hale geldiği görülüyor. Düş görme çabasındaki insanın bunu gerçekleştirebilme ve fantazya kurabilme yeteneği böylece, yalnızca bilinç endüstrisinin etkisiyle değil, içinde bulunduğu parçalı yaşamda sürüklenip onu kabul etmekten başka çıkış bulamamasıyla da sınırlanıyor. Merkezinde ya da kenarında olduğu ilişkileri çözümleyip anlamlandıramayan insan, bu ilişkilerin mutlaklığına, eski çağ insanının kendi mitolojisinin mutlaklığına inandığı kadar inanıyor. Burada “inanmak” kelimesini kullanmamız boşuna değil. Çünkü mitler arasında doğru ya da yanlış diye değil, inanılan ya da inanılmayan diye ayrım yapılabiliyor ancak.
Ünsal Oskay, burjuva devrimlerinden sonra özellikle Batı’da, Aydınlanma’ya ihanet edildiğini vurguluyor. (Sf. 10) Bu ihanet, hızlı bir şekilde yeniden mitolojik algılama biçimlerine dönüşle kendini açık ediyor. Kitabın ele aldığı popüler bilim-kurgular da geçmişe özlemci ve nihilist tutumlarıyla, akla ve insana güvenmeyen, mitolojiden çıkışı değil ona dönüşü amaçlayan ürünler olarak göze çarpıyor.

Bilim-Kurgu’da İki Farklı Eğilim

Oysa bilim-kurgu, özellikle yazın alanında, diğer türlerin vaat edemediği bir boyuta pencere açıyor. Olumlu, nitelikli bilim-kurgu, popüler fantazya ve mitolojik örneklerle görünüşte aynı düş evreninde gezinse de, bilişsel de olduğu için metafizik olmaktan kurtuluyor. Yaşadığımız dünyanın alışılmış algılama biçimlerine karşı kuşkucu olduğundan onların dışına çıkmak istiyor. Bunu yapabilmek için, tıpkı masallar ve mitlerde olduğu gibi yabancılaştırmaya başvuruyor; olağan algılama içinde gördüğümüz ve anlamlandırdığımız olguları, onlara karşı kendimizi yabancılaştırarak, alışılmış algılama kalıplarının dışında algılamamızı amaçlıyor. Ama bilim-kurgu’daki bu yabancılaştırma, mitlerdeki ve masallardaki yabancılaştıma gibi metafizik ve anti-cognitive (bilişsellik dışı) olmadığı için, eleştirel bir yabancılaştırma oluyor.
Yani, bilim-kurgu yapıtının dünyamızın algılanabilir zaman ve uzamını aşabilen kurgusal dünyası, bizi kendiliğinden idrak edilemeyen parçalı ve yabancılaşmış gerçekliğimize yabancılaştırarak, bu reel-dünyayı ve içerdiği ilişkileri algılanması mümkün bir hale getiriyor. Gerçekliğimizden aldığı bilişsel öğeler ise, esere uzanıp bu ilişkileri algılayabilmemizi sağlıyor. (Sf 14)
Çağdaş Fantazya’nın konusunu oluşturan olumsuz örneklere, olumlu örneklerin niteliklerinin ışığında bakarsak, bu etik yargılarımızın kaynağına ulaşıyoruz. Bu olumsuz ürünler, algılanabilir dünyaya ve onun yasalarına karşıymış -kimi zaman da kayıtsızmış- gibi görünseler de, karşı oldukları dünyayı iç çelişkileri ve değişken gerçekliği içinde değil; doğa-üstü, değişmez ve sebepleri belirsiz unsurlarla açıklamaya kalkıştıkları için, bu karşıtlıkları özgürleştirici bir etki yaratmaktan uzak oluyor. Tam tersine bu durum, insan ilişkilerini daha da gizemli bir hale sokuyor. Önerebildikleri ise en fazla “kaçış” olabiliyor. (Sf. 26)
Yani, mitoloji ve kötü bilim-kurgular hayatı reel-bilincimiz içinde değişmezlikler gibi algıladığımız olgulara dayanarak sözüm ona açıklamaya çalışıyorken, gerçek bilim-kurgu yapıtları aynı hayatı değişirlikler aracılığı ile açıklamaya yöneliyor. (Sf. 40)
Tüm bu nedenlerden dolayı, bilim-kurgunun, anlatmak için yola çıktığı dünyaya oranla, çok daha fazla akıldan yana bir tutum içinde olması gerekiyor.
Avatar kime karşı?

Son dönemin büyük Hollywood yapımlarından Avatar, her ne kadar ağırlıklı olarak 3 boyut teknolojisini kullanışıyla öne çıkarılmış olsa da, yukarıda değindiğimiz gerici bilim-kurgu filmlerinin güncel örneklerinden biri olarak burada kısaca da olsa değinilmeye uygun görünüyor.
Avatar, pek çok şeyden önce belli bir bilimsellik iddiasında. Yapılan pek çok eylemin ‘bilimsel’ açıklamaları konuşmalara ekleniyor, insanlığın o hale nasıl geldiği belli ölçüde temellendiriliyor, hatta ek yayınlar, makaleler vs. ile filmin dramatik yapısında doğrudan yer almayan bilimsel, tarihsel ve sosyolojik çerçeveler çiziliyor. Tüm bu unsurlar bilimsel olarak tutarlıymış gibi görünseler bile, aslında, filmi bilişsellik dışı, metafizik bir noktaya taşımaktan başka bir şey yapmıyorlar. ‘Navi’ denen insansı gezegen sakinlerinin yaşam tarzı, kabile topluluklarındaki insanlarınkinden farklı değil. İnsan ya da navi olsun, tüm karakterlerin motivasyonları, günümüz insanına ait motivasyonlar. Aile kurumu, aşk, kutsallık, ihanet… Bambaşka bir gezegende bile günümüzün insan ve egemenlik ilişkilerine mahkûm muyuz yani? Navi’leri evlerinden sürmek isteyenler gözünü kâr hırsı bürümüş bir avuç zengin ve gözü dönmüş bazı askerlerden mi ibaret? Uzun sözün kısası Avatar, yukarıda olumsuz bilim-kurgularla ilgili söylediğimiz tüm öğeleri içinde barındırıyor. Günümüz insanının parçalanmış, yabancılaşmış hayatını ve eşitsizliği, bunları kabul eden algı biçimleriyle mutlaklaştırıyor, çözümün insanın elinde olmadığını üstüne basa basa söylüyor. Seçtiği konuyla da, emperyalist savaşlara karşı yükselen tepkileri evcilleştirme işlevini omuzlarına almış oluyor. “Bilim-Kurgu türünün bir başka özelliği ise” diyor Ünsal Oskay, ” dünyadaki gerilim ve yumuşama dönemlerine son derece koşut bir kötümserlik ya da iyimserliği yansıtmasıdır. Kitlelerin yerine (onlar adına) konuşan bir tür de olma durumundaki bu filmler, ister istemez, kitlelerin yaşamlarını etkileyen dünya siyasasındaki değişmeleri, kendi prizması içinde de olsa, yansıtmak zorunda kalıyor. Yansıttıkları ile kitlelere yakın gösteriyor kendini; onların kendi sorunlarına çözüm bulma girişimlerini “evcilleştirmek”, hatta ertelemek için ‘popülerleşiyor’ (yaygınlaşıyor).” (Sf 176)

“Yazdıklarımın yabancılaşma olgusunun bizim toplumumuzda da giderek yoğunlaştığı günümüzde insanın yönelmek zorunda bırakıldığı düş ve fantazyalarını bütün bütüne “karalamak” yerine, Walter Benjamin’in belirttiği gibi, özgürleşimci düşünce açısından bunlardaki gizli özgürleşim beklentilerinin farkına varılmasını bir oranda kolaylaştırmaktan; bu konuya dikkati çekmekten başka bir amacı da yok” diyor Ünsal Oskay. Ama bir yandan da, İnsan’ın özgürleşim savaşında genel olarak sanatın, özel olarak da sinemanın yeri tartışma konusu olmaya devam ettiği müddetçe, bilinci sarmalayan mitolojiye karşı çıkmak gerektiğini vurgulamayı ihmal etmiyor.

Yorumlar

Yorumlar yükleniyor...