Geçtiğimiz haftalarda bir grup kısa filmcinin Altın Koza Film Festivali’ne yönelik şikayetlerini ilettikleri bir metin yayınlandı. Yapılan açıklama, festivalin kısa filmleri ve filmcileri desteklemekle ilgili söylemlerinin arkasında durmadığını vurguluyor, önceki senenin gösterim ödemelerinin bile hâlâ yapılmamış olduğunun altını çiziyordu. Üstelik bu konuyla ilgili taleplerini ilettiklerinde önce geçiştirildiğini, ardından da aşağılayıcı sözlerin hedefi olduklarını söylüyorlardı. Yapılan bir haksızlığa karşı gösterilen son derece haklı bir tepkiydi bu. Bir de boykot kararıyla destekleniyordu. Kısa süre içinde Altın Koza yönetiminden özür ve taleplerin karşılanacağına ilişkin açıklama geldi. Kısa filmciler de tüm taleplerinin takipçisi olacakları notunu düşerek boykotu sonlandırdılar. Sinemacıların festivallerle ilgili şikayetleri hiç bitmez. Gün gelir ön eleme jürisine isyan edilir, gün gelir yarışmalı bölüm sonuçlarına. Organizasyon her zaman başarısız bulunur. Biri katılımcılar arasında ayrım gözetildiğinden dem vururken, bir diğeri hak ettiğini düşündüğü ayrıcalıklardan mahrum bırakıldığını söyleyerek dert yanar.
Tek sıkıntı yapılmayan ödemeler mi?
Adil davranan jüriler, iyi kotarılan ve ayrımcılık yapılmayan bir organizasyon, zamanında yapılan ödemeler söz konusu olduğunda festivallerle ilgili hiçbir problemimiz kalmayacağını söyleyebilir miyiz? Pek çok sinemacı için bu sorunun cevabı olumlu olabilir. Fakat cevap vermeden önce sinema sanatına nasıl bir anlam yüklediğimizi de kendimize sormamız gerekiyor.
Özellikle ülkemizde festivaller, gişe sineması çemberinin dışında işler yapan sinemacılar için ciddi bir alan yaratıyor. Bunun olumsuz bir durum olduğunu söylemek hata olur. Peki neden gişe filmi yapmak istemiyoruz? Çünkü gişe başarısı denen şey, bazı istisnai durumlar dışında, ona yönelik hesaplar yapan bir sinema dilini ön şart olarak zorunlu kılıyor. Filmi izleyicilerin karşısına çıkarmak için çok ciddi bir otosansür uygulamış olmak, konuyu ve onu işleme şeklini gişenin ihtiyacına göre belirlemek, yapım koşullarını ve oyuncu seçimlerini hep onu düşünerek gerçekleştirmek gerekiyor. Biz kendimizi bu şekilde sınırlandırmak istemiyoruz.
Festival filmi mi gişe filmi mi? Yoksa…
Peki, festivaller gerçekten bir özgürlük ortamı sağlıyor mu? Yoksa artık festivallerde başarılı olmak için ona uygun filmler mi çekmek gerekiyor? Gişede başarılı olma motivasyonu yerine festival jürisini avucunun içine alma motivasyonunun gelmesi gerçekten büyük bir farkı işaret ediyor mu? Popülist bir dilden kaçınırken seçkinci bir dili zorunlu kılmak, yoz komedi ya da melodramdan uzak dururken sıradan izleyiciyle bağ kurmayı hiç umursamamak ne kadar doğru? Peki ya güncel siyasetin ötekileştirme ya da kimlik sorunu gibi popüler başlıklarını el üstünde tutan, ama daha devrimci bir bakışı ve sınıf perspektifini öne çıkaran filmleri “ideolojik” diyerek yaftalayan anlayışını nereye koyacağız? Elbette tüm bunların istisnaları mevcut. Ama genel eğilimin bu yönde olduğunu görmezden gelirsek festivallere ve festival sinemasına doğru yerden yaklaşma şansımız ortadan kalkar.
Bu noktada sinema sanatına nasıl bir anlam yüklediğimize yönelik soruya geri dönelim. Amacını cebini doldurmak ya da kişisel hezeyanlarını dışa vurmak olarak belirlemeyen sinemacılar için festivaller ne ölçüde bir alternatif oluşturuyor? Kendini ister “çağının sorunlarına duyarlı” gibi hafif ifadelerle tanımlıyor olsun, ister doğrudan solcu ve/veya devrimci olarak görsün, bir sinemacı, bu sorunlara müdahale edecek filmleri yukarıda çizdiğimiz çerçeve içinde üretebilir mi? Bu sorunların muhatabının halk olduğunu söyleyebiliyorsak, hem festival başarısının gereklerini yerine getirecek hem de izleyici kitleleriyle gerçek bir bağ kurabilecek, onları dönüştürebilecek filmler yapmayı nasıl başaracak?
Sinema alanında da çözüm dayanışma
Asıl sorun “festival başarısı” kalıbının altında gizli. Bir filmin festivalde başarılı olması, ödül kazanması demek. Yani diğer filmlerle yarışması, daha iyi ya da jürinin zevklerine onlardan daha uygun olması demek. Aynı “önemli sorunu” başka bir sinemacının da ele alıyor olduğunu öğrenince üzülen ya da sinirlenen yönetmenlerin olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Bu algının festival sinemacılığından bağımsız olduğunu düşünmek mümkün değil. Özellikle sola yakın duran ve halkın sorunlarını önemseyen sinemacıların film üretmek ve izleyiciyle buluşturmak için mevcut festival ağına muhtaç olması, onların sanat aracılığıyla “halkın düşmanları”yla mücadele etmek yerine, birbirleriyle rekabet etmesi sonucunu doğuruyor.
Bu yüzden sorunun özünün gişeden farksız, hatta iki yüzlü karakteri nedeniyle daha tehlikeli bir rekabetçilik olduğunu görmemiz gerekiyor. Bu iki yüzlü rekabetçi anlayışa bireysel karşı çıkışlar, çoğunlukla çarka bir yerden dahil olmaları dışında etkisiz kalıyor. Dolayısıyla hayata soldan bakan sinemacılar olarak cevabı başka yerde aramamız gerekiyor.
Hayatın her alanında olduğu gibi sinema alanında da ihtiyacımız olan şey daha fazla dayanışma. Yarışma kültürünün yerine dayanışmayı koymak ve bunu festivaller bazında değil sinema alanının üretiminden, dağıtımına tüm aşamalarına yaymak, dayanışmayı sinemacılar çerçevesinde tutmadan genişletmeye çalışmak mevcut “festivalci” tutumdan çok daha fazlasını kazandıracaktır.
Yeniden ‘Kısa Film Dayanışması’
BSM-Bağımsız Sinema Merkezi birçok kurumla birlikte ilki 2010 yılında “AKP’nin ampülünü kırmak için” mottosu ile yola çıkan Kısa Film Dayanışması’nı, 2014’te ISFMN (International socialist film makers network-Sosyalist sinemacılar için iletişim ağı) ile birlikte uluslararası alana da yayarak, büyüterek yeniden hayata geçiriyor.
Dünyanın her yerinden sinemacıların 2014 Haziran ayına kadar “Yaşasın Direniş” teması üzerine hazırlayacakları filmler sonraki yıl boyunca birçok ülkede salonlardan sokaklara her alanda gösterime sokulacak.
Kısa film dayanışması ile ilgili ayrıntılı bilgi ve katılım için ISFMN internet sayfasına buradan ulaşabilirsiniz.
Kısa Filmciler Dayanışması Manifestosu
Bazıları “kısa film metrajı, süresi kısa olan filmlerdir” der, bazıları “bu bir üslup meselesidir” der, bazıları “öğrenci filmleridir” der, bazıları ise “sıkıcı, kötü filmlerdir” der. Kısa film için herkes bir şeyler söyler. Birileri cemaatleri, birileri şirketleri, hatta bazen birileri iktidarları için kullanmak isterler kısa filmi. Kısa film bazıları için sıçrama tahtasıdır, bazıları için bir hobi, bir eğlence; bazıları için çok önemsiz, bazıları içinse “ne olduğu belirsiz bir şey”dir.
Bizse diyoruz ki;
Kısa film bankaların kasalarına ya da dar karanlık kafalara sığmayacak kadar büyüktür.
Kısa film özgürlüktür. Sermayedarlardan, yapımcılardan, sponsorlardan, her türlü dogmatizmden, baskıdan özgürlüktür.
Kısa film cesarettir. Tüm yasaklara, kısıtlamalara, korkulara, çaresizliklere rağmen içinden geçeni söyleyebilme, gerçekleri bağırabilme cesaretidir.
Kısa film gerçeklerimizdir. Yaşadığımız yer, konuştuğumuz insan, dokunduğumuz el, düştüğümüz çukur, yüzdüğümüz deniz, yediğimiz dayak, yattığımız yataktır.
Kısa film hayallerimizdir. Düş kurabilme ve o düşlere herkesi katabilme yeteneğimizdir.
Kısa film “karanlığa karşı” gelecek güzel güneşli günlerimizdir.
]]>
Oyuncular: Mehmet Kireçtepe, Devrim Özder Akın, Özlem Akdoğan, Bedir Bedir, Serhat Koca
Yönetmen: Ömer Günüvar Senaryo:Murat Akgöz, Ömer Günüvar
Yapımcı: Alper Akdeniz Yürütücü Yapımcı:Yıldıray Yıldırım
Görüntü Yönetmeni: Emre Karadaş Kurgu-Color Correction: Ömer Günüvar
Yardımcı Yönetmen: Engin Kılıçatan Produksiyon Amiri: Ahmet Akdeniz
Ses:Recep Çalışır Ses Tasarım-Final mix: Sertaç Toksöz, Yalın Özgencil
]]>
Türkiye’den 210 adet olmak üzere, festivale toplam 940 film başvurdu. Kişisel başvuruların dışında, Fransa UNIFRANCE, Polonya Krakow Film Foundation, Almanya Goethe Institut, Hollanda Eye Film Institute, Roma Film Festivali ve İspanya Instituto Cervantes tarafından seçilen kısa filmler de programda yer aldı.Büyük bir çoğunluğu dünyanın önemli festivallerinden ödüllerle dönmüş olan bu filmler 20-27 Kasım 2013 tarihleri arasında, ücretsiz olarak seyirciye sunulacak. Filmler, Fransız Kültür Merkezi, İtalyan Kültür Merkezi ve Alman Kültür Merkezi sinema salonlarında Türkçe altyazılı olarak gösterilecek.
Ulusal Yarışma
Festival kapsamında düzenlenen ulusal yarışma bölümüne başvuran filmler, bu yıl Ali Vatansever (Yönetmen), Can Kılcıoğlu (Yönetmen-Senarist), Dilek Aydın (Yönetmen ), Doğa Kılcıoğlu (Akademisyen-Yönetmen), Emine Yıldırım (Yapımcı-Senarist), Gürcan Keltek (Yönetmen), Hasan Cömert (Sinema Yazarı), Haşmet Hakan Topaloğlu (Yapımcı) ve Somnur Vardar’dan (Yönetmen) oluşan seçici kurul üyeleri tarafından izlendi. Seçici kurul, festivalde gösterilecek yerli filmleri ve bu dalda dağıtılan ödülleri belirledi.
Ödüllü Filmler ve Yönetmenleri Seyirciyle Buluşuyor
Geçen yıllarda olduğu gibi bu yıl da festival dünyanın her yanından davet edilen çok sayıda yönetmen, yapımcı ve oyuncuyu ağırlamaya hazırlanıyor. Konuk sinemacılar, film gösterimleri sonrası, seyirci ile buluşarak filmleri, çalışmaları, ülke sinemaları konusunda seyircilere bilgi veriyorlar ve gelen soruları yanıtlıyorlar. Bu buluşmalar hem seyirci hem de yönetmenler açısından büyük önem taşıyor, daha sonra gerçekleştirilebilecek ortak yapımların önünü açıyor. Önceki yıllarda Türkiye’ye gelmiş olan birçok yabancı yönetmen festival sırasında tanıdıkları İstanbul’u çekim mekânı olarak seçtiler, yerli yönetmenlerle ortak çalışmalara imza attılar.
İtalyan Social World Film Festivali’yle İşbirliği
İstanbul İtalyan Kültür Merkezi, 25. İstanbul Kısa Film Festivali çerçevesinde, 2011 yılında Giuseppe Alessio Nuzzo tarafından İtalya’da kurulan ve o zamandan beri Vico Equense’de gerçekleşen Social World Film Festivali işbirliğiyle İtalyan yönetmenlere ait beş seçkin kısa film sunuyor. Bu sene Social World Film Festivali sosyal içerikli kısa metrajlı bir Türk filmine Golden Spike Ödülü’nü verecek ve kazanan filmin yönetmeni Social World Film Festival’in 2014 senesinde ki programına davet edilecek. Golden Spike ödülünün kazanan 26 Kasım akşamı Casa d’Italia’da düzenlenecek olan gecede ilan edilecek.
Ses Tasarımı Üzerine Bir Konferans
Theron Patterson, festival programı çerçevesinde, 26 Kasım 2013 Salı günü 15.00’da Fransız Kültür Merkezi salonunda, ülkemizde üretilen kısa filmlerin en büyük eksikliklerinden bir olarak kabul edilen ‘ses tasarımı’ üzerine bir sunum gerçekleştirecek. 2001 yılından bu yana Bahçeşehir Üniversitesi’nde tam zamanlı öğretim üyesi olarak görev yapan Theron Patterson, ABD’de Theron Arizona Üniversitesi’nde sinema okudu; 1993 yılından bu yana yönetmen, senarist, ses tasarımcısı, müzik bestecisi, editör ve kamera operatörü olarak çalışmakta. Özellikle film üreten kısa film yönetmenlerinin kaçırmaması gereken bir bölüm olarak dikkat çekiyor.
Açılış ve Ödül Töreni
Festivalin açılış töreni 20 Kasım 2013 Çarşamba günü, saat 19.30’da İtalyan Kültür Merkezi salonunda gerçekleştirilecek. Ulusal yarışma ödül töreni ile başlayacak gecede yönetmen Reis Çelik, kısa film üzerine bir konuşma yapacak, festival düzenleme kurulu adına ise Hilmi Etikan konuklara festivalle ilgili bilgi verecek. Daha sonra katılımcılara festivalde gösterilecek yabancı filmlerden bir seçki sunulacak.
Başrollerini Ercan Kesal, Muhammet Uzuner ve Tansu Biçer’in paylaştığı, yapımcılığını Sevilay Demirci’nin, görüntü yönetmenliğini ise Murat Tuncel’in üstlendiği “Küf”, 18 yıl boyunca gözaltında kaybolan oğlunu aramaktan vazgeçmeyen demiryolları bekçisi Basri’nin (Ercan Kesal) yalnızlaşma sürecini anlatan anlatıyor.
Uluslararası Film Eleştirmenleri Haftası’nın ilk filmi olarak gösterilen “Küf”, büyük ilgi çekmişti. Gösterimde filmi Venedik’e seçilmeden önce izleyip kendi kurduğu bağımsız dağıtım şirketi Sacher Film’e satın aldıran İtalyan yönetmen Nanni Moretti de bulunmuştu. Moretti, “Küf”ü, “İnsanlık adına sesini duyurmaya çalışan özel bir film” sözleriyle övmüştü.
]]>
İzmir Ekonomi Üniversitesi’nde dün gerçekleşen ‘Günümüz Türkiye Sineması’ adlı panele ‘Red!’ filminin yönetmeni M. Kenan Aybastı, 49. Altın Portakal Film Festivali’nde ‘En İyi İlk Belgesel Ödülü’ne layık görülen Zeynep Oral ve ‘Süt’ Filmi’nin yapımcısı Emre Yeksan katıldı. Panelde, günümüz sinemacıları açısından giderek zorlaşan film yapım süreçlerinde karşılaşılan sorunların çözümüne yönelik katılımcıların farklı çözüm önerileri tartışıldı.
Panelde ilk olarak söz alan Zeynep Oral, Altın Portakal’da kendisine ödül kazandıran ‘Ben, sen, o’ adlı belgesel filminin yapım sürecinden bahsetti. Oral, uzun zamandır belgeselle uğraştığını, bu türün gerçeklikle kurduğu ilişki bakımından, kurmaca filme göre farklı bir yere oturduğunu, buna rağmen kendi belgeselinin izleyiciyle kurduğu ilişkinin didaktik olmadığını ifade etti. Filmiyle içten bir bağ kurduğunu belirten Oral, yapım sürecinin filmde anlattığı LGBT bireyleri öğrenme süreci olduğunu anlattı.
‘‘Yüzünüzü halka dönün, işçi sınıfı asla sizi yüzüstü bırakmaz’’
Bağımsız Sinema Merkezi’nin kısa tanıtım filminin gösterilmesinden sonra söz alan, BSM üyesi ve ‘Red!’ filminin yönetmeni Mustafa Kenan Aybastı, büyüyen bir Türkiye sinemasından söz edildiğini ancak tarihi sinema salonlarının kapatıldığı bir Türkiye’de büyüyenin sanat ve sinema değil, faşizm olduğunu kaydetti. Bağımsız Sinema Merkezi’nin amacına ve şu ana kadarki deneyimine değinen Aybastı, BSM’nin sermayenin belirleniminde olmayan, yüzünü işçi sınıfına ve halka dönmüş bir sinema anlayışını toplumsallaştırabilmek için faaliyet gösterdiğini söyledi. BSM bünyesinde faaliyet gösteren sinemacıların, ‘‘nasıl daha iyi bir kariyer yapabilirim, para kazanabilirim’’ gibi dertlerinin olmadığını ifade eden Aybastı, sinemayı işçi sınıfı mücadelesinin ayaklarından biri olarak gördüklerini ve ülkede işler daha kötüye gittiğinde sosyalist ve devrimci sinemacılar olarak sözlerini söyleyebilmenin peşinde olduklarını belirtti.
Günümüzde film çekmek için gereken fonun, AB gibi emperyalist kurumlardan, sermayedarlardan veya Kültür Bakanlığı’ndan sağlanabildiğini, bunlardan ilk ikisinin bağımsız film çekmeyi imkânsız hale getirdiğini, Kültür Bakanlığı fonlarının ise halkın parasından karşılandığı için kullanılabileceğini fakat bu fonu almanın giderek zorlaştığı için alternatif ve yaratıcı yöntemlere başvurmak gerektiğini ifade etti. BSM’nin film çekebilmek için işçi sınıfına güvendiğini belirten Aybastı ‘‘Festivallerde dolaşan büyük yapımcıların peşinde dolanarak film yapamazsınız, yüzünüzü işçi sınıfına dönerseniz, işçiler sizi asla yüzüstü bırakmaz’’ şeklinde konuştu. Red! filminin yapım sürecini örnek gösteren Aybastı, o dönemde bir kamera almak istediklerini ve bir sağlık emekçisi dostlarından kredi çekmesini rica ettiklerini, filmi de çekilen 5.500 liralık kredinin yaklaşık 3.000 lirasıyla çektiklerini anlattı. Aybastı böylece, hem kitlelerle buluşabilen hem de sözünü sakınmayan bir film ortaya koyduklarını kaydetti.
‘‘Bakanlık desteği tamamen kesilebilir’’
Aybastı’dan sonra söz alan Emre Yeksan, sözlerine Aybastı’nın sinemanın mevcut işleyişine dönük eleştirilerine hak verdiğini ifade ederek başladı. Ülkemizde 2005 yılından beri devam eden Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın sinemacılara dönük desteğini almanın, özellikle neo-liberal politikaların sanat alanında da hegemonyasını artırdığı bu dönemde giderek zorlaştığına değinen Yeksan, hükümet tarafından, politik filmler çeken yönetmenlerin önünü kesebilmek için yakında tamamen kesilebileceğine dikkat çekti. Ağırlıklı olarak 2000’lerin ortalarına doğru film çekmeye başlayan yönetmenlerden oluşan Yeni Sinema Hareketi’ne değinen Yeksan, kendisinin de içerisinde yer aldığı bu hareketin, özellikle dağıtım ve gösterim konusunda ağırlığını artıran tekellere karşı, BSM gibi alternatif yöntemler üzerinde çalıştıklarını anlattı. Bu bağlamda İstanbul Levent Kültür Merkezi’nde film gösterimleri yapmaya başladıklarını kaydeden Yeksan, yakında Bursa ve Eskişehir’de de gösterimlere başlayacaklarını belirtti.
Panel, katılımcılara plaket verilmesinin ardından sona erdi.
]]>