Bağımsız Sinema » Bizim Sinemamız http://bagimsizsinema.org Bağımsız Sinema ve Teknolojileri Portalı Sat, 01 Mar 2014 15:47:15 +0000 tr-TR hourly 1 http://wordpress.org/?v=3.8.1 Melankoliye teslim olmamak için http://bagimsizsinema.org/melankoliye-teslim-olmamak-icin/ http://bagimsizsinema.org/melankoliye-teslim-olmamak-icin/#comments Tue, 28 Jan 2014 22:57:23 +0000 http://bagimsizsinema.org/?p=1119 Devamını oku]]> İki yıl önce bugün kaybettiğimiz Theo Angelopoulos’un sinematografisi, bugünün sinemacılarına hâlâ çok şey söylüyor. Yaşamı savunanların cephesinde yerini hep koruyan Angelopoulos, “Bir gün mutlaka kazanacağız” diyebilme tutkusuna da katkı koyuyor.

Çağrı Kınıkoğlu

2012 yılının 24 Ocak’ında film çekimleri esnasında geçirdiği bir trafik kazası sonucu yitirmiştik Theo Angelopoulos’u. Yunanistan’ın bu önemli sinemacısı, arkasında her biri Yunanistan’ın tarihini, coğrafyasını, toplumunu ve mücadelesini anlatabilen önemli eserler bıraktı.

Önemli bir sanatçının “arkasından konuşurken” bir başka büyük sanatçıdan ilham almakta (kendilerini biçimlendiren farklı dönemler hesaba katılıp özdeşleştirilmediği müddetçe) herhalde büyük bir sakınca yoktur. Nâzım’ın Memleketimden İnsan Manzaraları’nı betimlerken kullandığı ifadeyi, Angelopoulos’un “kanon”u için de kullanabiliriz sanırım.

Nâzım, Kemal Tahir’e şöyle anlatıyordu “Manzaralar”ı nasıl tasarladığını:

Nâzım’a dair
“Şimdi yapmak istediğim şeyi ve planını anlatayım. 1) İstiyorum ki okuyucu 12.000 mısrayı bitirdikten sonra vıcık vıcık insan kaynaşan bir mahşerden geçmiş olsun. 2) İstiyorum ki bu insan mahşerinin somut ifadesi okuyucuya ana hattında belirli bir devirdeki, çeşitli sınıflara mensup Türkiye insanları vasıtasıyla Türkiye’nin belirli bir tarihi devirdeki sosyal durumunu anlatsın. Tabi donmuş bir halde değil, diyalektik seyri ve akışıyla. 3) İstiyorum ki ikinci planda, Türkiye toplumunu çevreleyen dünya durumu -belirli bir devredeki- anlaşılsın. 4) İstiyorum ki -nereden gelinip, nerede olunduğu, nereye gidildiği sorusuna- sahanın içinde azami imkanlarla cevap verilsin. Bu dört nokta ana meselemdir.”

Çok şey anlatıyor
Angelopoulos’un filmografisi topluca ele alındığında, Yunanistan zemininde Nâzım’ın betimlediği türden, insan kaynaşan bir mahşeri görmek mümkün. Tarihle bugünü, bireyle toplumu, sırtından geçinilenler ile onların sırtından geçinenleri, kabuğuna çekilmişle hülyalarına tutunanları, tek ve zengin bir potada işlemeyi başarabilmiş bir yönetmendi Angelopoulos. Sinematografisi, düşünsel ve görsel boyutuyla, bugünün sinemaseverlerine ve sinemacılarına hâlâ çok şey söyleyebilen, üzerine düşünmek gerektiren bir yapıya sahip.

Umutlu ve melankolik
Bu önemli sinemacıyı ölüm yıldönümünde anarken, bir noktaya daha dikkat çekmek kaçınılmaz: Az önceki ilişkilendirmeden hareketle, belki Nâzım ile Angelopoulos arasındaki en belirgin farka, ilkinin umuduna ve ikincisinin melankolisine vurgu yapmak gerekir. Tarihsellik farklı, coğrafyalar farklı, karakterler farklı, mücadele dinamikleri farklı, evet. Ama önemli sanatçılar söz konusu olduğunda bunları aşan bir karakteri var sanatçı kimliğinin. Ve bu bağlamda “güzel günler göreceğiz” diyebilmek ve “umut, umut, umut/umut insanda”da ısrar edebilmek, yaşama müdahale tutkusu, bugünün sanatseverleri ve sanatçıları nezdinde, aradaki ayrım çizgisinin ne kadar önemli olduğuna herhalde işaret ediyordur.

“Kazanacağız”
“Teşekkürler”, diyebiliriz bu önemli ustaya, gönül rahatlığıyla… Bize sanatıyla güç verip insanlığı ve yaşamı savunanların cephesinde yerini daima koruyup, özellikle Ulis’in Bakışı’ndan sonraki filmografisinde giderek şiddetlenen tüm melankolisine rağmen “bir gün mutlaka kazanacağız” diyebilme tutkusuna katkı koyduğu için…

O bu kadarını yapabildiyse, gerisi bu çağın insanının mücadelesine kalıyor…

Ta ki “masumiyet”i yeniden yakalayana kadar.

1 vote, 5.00 avg. rating (97% score)
]]>
http://bagimsizsinema.org/melankoliye-teslim-olmamak-icin/feed/ 0
Kızgın Fırınların Saati ve öfke üzerine http://bagimsizsinema.org/kizgin-firinlarin-saati-ve-ofke-uzerine/ http://bagimsizsinema.org/kizgin-firinlarin-saati-ve-ofke-uzerine/#comments Tue, 26 Nov 2013 11:29:57 +0000 http://bagimsizsinema.org/?p=836 Devamını oku]]> KIZGIN FIRINLARIN SAATİ VE ÖFKE ÜZERİNE
YENİ TİPTE BİR İZLEYİCİ İÇİN NOTLAR – 1 

Geçenlerde Akademi’de Getino’yla Solanas’ın ‘Kızgın Fırınların Saati’ (1968) filminin ilk bölümünü görme fırsatımız oldu. Bu film için söylenebileceklerden bir tanesi, öfkeli olduğu… Bu ne demek? Aklıma Jean-Paul Sartre’ın ‘Edebiyat Nedir?’’de Tintoretto’nun Golgota adlı tablosu için söyledikleri geldi: “Tintoretto, Golgota’nın üstündeki göğün bu sarı sarı yırtılışını, bunalımı anlatmak ya da doğurmak üzere seçmemiştir; bu hem bunalım, hem de sarı gök’tür. Bir bunalım göğü ya da bunalan bir gök değildir; nesneleşmiş bir bunalımdır bu,” (1) İşte Sartre’ın ‘Edebiyat Nedir?’’de yazın için geliştirdiği sanat anlayışını sinemaya uygulamaya çalışacağız bu yazıda.
Böyle bir araştırma, yönetmenlerin oluşturmak istedikleri duyguları filmlerinde nasıl yarattıklarını görebilmek, onların yaratıcılıklarını ortaya sermek demektir. Aynı zamanda, yaratılan nesneyi (filmi) ortaya çıkarabilmek için – çünkü film ancak kendisine bakıldığı zaman vardır – izleme adını verdiğimiz somut edimimizi de aydınlatma girişiminde bulunacağız.
*
Öfkeli bir film diyorum, çünkü yönetmenler kendi halklarının durumunu toplumsal adaletsizliklerin simgesi yaparak öfkemizi kışkırtıyorlardı. Öfke neredeydi peki? Anlatıcının ses tonunda mı, eğretilemelerde mi, istatistiklerde mi, bizde mi? Perdede akan görüntülerin ya da film makarasının, dijital verilerin içlerinde öfke barındırdıklarını ve kendilerine bakmamızla birlikte bu duyguları bize bulaştırdıklarını söyleyecek kadar budala değilizdir herhâlde.
“Her yerde vardırlar, hiçbir yerde yokturlar.” Bu ne demek? Film izlerken, öfkeli diyorum, hırs var, kin-nefret, sevgi (neden olmasın?) var diyorum, ya da hissediyorum; tüm bunlar toplumsal verilerin anlatıcı tarafından sıralandığı, Arjantinli yoksul köylülerin ve daha sonra “aydın” kesiminin görüntülendiği sahnelerde oluyor; film bitiyor ve “öfkeli bir filmdi” diyerek salondan ayrılıyorum… Yönetmenler kılavuzluk ediyor bana; bir halkı anlatıyorlar, bu halkı toplumsal adaletsizliklerin simgesi yapıp öfkemi kışkırtıyorlar. Duygulanımlarımı alevlendiriyor, adlandırıyor (öfke), düşsel bir kişiye (yönetmenler) yüklüyor, bu kişiler de onları bizim yerimize yaşıyor… “Filmin izleyicinin öznelliğinden başka bir öz yok: Solanas ile Getino’nun öfkesi, ona ödünç verdiğim, kendi öfkemdir; izleyicideki bu adalet duygusu olmasa, ortada akıp giden karelerden başka bir şey kalmayacaktır. Egemen sınıfa duydukları nefret, benim imajlar tarafından kışkırtılan, elde edilen nefretimdir ve egemen sınıfın kendisi bile, Solanas ve Getino aracılığıyla ona duyduğum nefret olmadan var olamayacaktır; bu nefrettir ona can veren, etidir bu onun.” Buradaki dönemeci iyi almamız lazım çünkü izleyicinin film karşısındaki deneyimini aydınlatır: “Bu duygular ayrı bir türdedir; çıkış noktalarında özgürlük vardır, ödünç verilmişlerdir.” Daha işin başında – filmin başlarında siyah üzerine beyaz yazı: NEFRET DUYMAYAN BİR HALK ZAFERE ULAŞAMAZ – duygulanımlarım alevlendirilip adlandırılır. Öfke duymaya davet edilirim. Ama öfke nerede? Şimdi artık yazının başında da sorduğumuz bu soruya cevap verebilecek haldeyiz. Yönetmenler izleyicilerini giriştikleri işi sona erdirmeye çağırıyor. Çünkü insanın kendisi için film çekmesi diye bir şey yoktur. Sinematografik nesnenin ortaya çıkabilmesi için (yalnızca nesneyi ortaya çıkarmak için değil, ayrıca bu nesnenin mutlak bir biçimde var olması için), çekme işleminin karşısında diyalektik bir bağlaşık terim, yani izleme işlemi vardır. Anlam karelerde, planlarda ya da sahnelerde değildir, çünkü tam tersine, bu planların her birinin imlemini (anlattığı şeyi) anlamamıza yardım eden şey anlamın kendisidir; ve imajlar aracılığıyla gerçekleşmesine karşın, sinematografik nesne, hiçbir zaman imajların içinde verilmemiştir; tam tersine, yapısı gereği, sessizliktir, imajların yadsınmasıdır. Kısacası, izleyicinin yarattığı sessizlik bir nesnedir. Salondan çıkıyorum, bir izlenim, belki de bir fikir edindim: öfkelendim, ama bunu bana ulaştırmış planların bir tekini bile anımsayamıyorum. İşte sessizlik içinde yaratılan nesneyle kastedilen budur. Öfke, her yerde vardır, hiçbir yerde yoktur; izleyicinin, hareketli görüntüyü hiç durmadan aşarak bütün bunları kafasında yaratması gerekir. Hiç kuşkusuz yönetmenler bize yol gösterir, koyduğu işaret kazıklarının arası boştur, bu boşlukları doldurmak gerekir, onların ötesine geçmek gerekir. Böylece, izleyici için, her şey yapılmayı beklemektedir ve her şey daha önce yapılmıştır; film ancak onun yetenekleri ölçüsünde vardır; izlediği ve yarattığı sırada, her an izlemeyi daha ileri götürebileceğini, daha derinliğine yaratabileceğini bilir. Sartre, bu ikinci işlemin (izleme), ilk işlem (çekme) kadar yeni ve benzersiz bir edim olacağını söyler.
Öyleyse yönetmen, yapıtının ortaya konuşuna yardım etmesi için izleyicinin özgürlüğüne çağrıda bulunur. İzleyici de hem keşfettiğinin, hem de yarattığının bilincine varır, yaratırken keşfettiğini, keşfederken yarattığını fark eder. Duygulanımları hiçbir zaman sinematografik nesnenin etkisi altında değildir; kaynaklarını sürekli olarak özgürlükten alırlar; ödünç verilmişlerdir. Demek ki izleme, yönetmenle izleyicinin arasındaki bir cömertlik anlaşmasıdır. Öfke, bizim öfkemizdir.
*
Sonuç olarak, izleyicinin edilginlikten, aktif bir tutum alması, onun filmle karşılaşması sırasındaki konumunun farkında olmasını da gerektirir. Jean-Paul Sartre’ın kuramı üzerinden kurulacak böyle bir bağlantı, filmleri izlemeye dönük yeni bir algının ve isteğin oluşmasına katkıda bulunabilir.

Kaan Terman

0 votes, 0.00 avg. rating (0% score)
]]>
http://bagimsizsinema.org/kizgin-firinlarin-saati-ve-ofke-uzerine/feed/ 0
Ömer Lütfi Akad sinemamız açısından neden önemliydi? http://bagimsizsinema.org/omer-lutfi-akad-sinemamiz-acisindan-neden-onemliydi/ http://bagimsizsinema.org/omer-lutfi-akad-sinemamiz-acisindan-neden-onemliydi/#comments Mon, 18 Nov 2013 22:46:08 +0000 http://bagimsizsinema.org/?p=762 Devamını oku]]> 2011 yılında yaşama veda eden ünlü yönetmen Ömer Lütfi Akad, Türk sinemasının ilk ustalarından biriydi. Akad, 95 yıllık ömrüne pek çok unutulmaz film sığdırdı.

Ömer Lütfi Akad, 2 Eylül 1916 yılında İstanbul’da doğar. 1938 yılında Galatasaray Lisesi’ni, 1942 yılında İstanbul Yüksek İktisat ve Ticaret Okulu’nun maliye bölümünü bitirir.

Askerlik dönüşü, bir süre Osmanlı Bankası muhasebe bölümünde çalıştıktan sonra Lale Film şirketinin muhasebe işleriyle ilgilenir. Halkevleri’nin çeşitli tiyatro oyunlarına dekor yapar, amatör oyuncu olarak sahneye çıkar ve sahneye oyunlar koyar. Beş Sanat adlı bir edebiyat dergisi çıkarır.

1950’li yıllardan sonra özellikle üretim açısından Türkiye’de sinema bir gelişim göstermiştir, çünkü bu yıla kadar sinemamızda toplam üretilen filmlerin sayısı 50 civarındadır. Sinemanın gerçek manada kurulduğu bu dönemde birçok sinema tarihçisi tarafından “sinemacılar dönemi” başlatılır ve Tükiye’de sinema tiyatro-kökenli yönetmenlerden başta Muhsin Ertuğrul olmak üzere bağımsızlığını ilan eder. Akad bu dönemde sinemamıza yeni bir soluk getirmiş ve sinema tekniği ve diline yeni bir anlayış kazandırmış ve “sinemacılar kuşağı”nın en önemli temsilcilerinden biri olmuştur.

Bu yeni dönemin açılışını sinema tarihçileri Akad’ın Vurun Kahpeye (1949) filmi ile başlatırlar. Film zamanın ünlü yazarlarından Halide Edip Adıvar’ın hikayesinden bir uyarlamadır. Hikaye Kurtuluş Savaşı sırasında, bir Kemalist öğretmen ile fanatik imam arasındaki mücadeleyi konu etmektedir. Film büyük ilgi görmüştür. Ardından, 1950 yılında, senaryosunu da kendisinin yazdığı müzikal bir eser olan Lüküs Hayat’ın yönetmenliğini yapar Akad.

Akad’ın diğer bir filmi Kanun Namına (1952) ise kent yaşamını gerçek bir hikayeden yola çıkarak ve gerçekçi bir şekilde yansıtarak Türkiye sinema tarihinde bir kilometre taşı olur. Gerçekten de, Akad’ın, Türkiye sineması için yeni bir ifade tarzı getirdiği söylenmektedir bu filmle. Kanun Namına sıradan insanları, günlük olayların içinde ve doğal ortamları ile yansıtarak sinemada bir değişimi getirirken, sanat sinemasının bundan sonra da benimseyeceği ve kendini ticari sinemadan ayrıştıracağı gerçekçilik ve sıradan insanların gündelik hayatlarını anlatma özelliklerini de getirmiştir. Bu anlamda Akad sanat sinemasının kurucusu, öncüsü olarak da görülebilir. Bu filmle Akad ayrıca ‘polisiye türdeki kent filmleri’ furyasını da başlatmıştır. Aynı zamanda Akad bu fılmle Türk sinemasının önemli oyuncularından Ayhan Işık’ı da üne kavuşturmuştur.

1955 yılında Yaşar Kemal’in senaryosunu yazdığı Beyaz Mendil filmiyle ikinci büyük çıkışını gerçekleştirir. 1955’de, bu kez büyük usta Attila İlhan’ın senaryosunu yazdığı Yalnızlar Rıhtımı için yönetmen koltuğuna oturur. 1967 yapımı Hudutların Kanunu filminde ise Yılmaz Güney’le beraber senaryo yazarlığı da yapar. Yılmaz Güney ile bu dönemde başlayan yakın ilşkileri sonrasında da devam eder. Yılmaz Güney’in yazdığı, yönettiği ve başrolde oynadığı 1970 yılında çekilen Umut filminin ilk gösterimi Sinematek’in Mis Sokak’taki salonunda yapılır. Filmden sonra Ömer Lütfi Akad kalkar, Yılmaz Güney’i kucaklar ve şöyle der: “Bu bizim ilk gerçekçi filmimizdir.”

Ömer Lütfi Akad Türkiye’de 1960’lı yıllarda Sinematek Derneği ve Halit Refiğ ile Metin Erksan’ın başını çektiği Ulusal Sinemacılar arasındaki tartışmaların da büyük ölçüde dışında kalmayı başarır. Başlangıçta Sinematek Derneğinin Yeni Sinema dergisinin Türk sinemasıyla ilgili açtığı bir soruşturmaya diğer yönetmenlerle birlikte katılmayacağını açıklasa da derneğe karşı tavır almamıştır. Zaten dernek ve Yeni Sinema dergisi tarafndan da Akad’a Yılmaz Güney ile birlikte Türkiye’de sinemanın gerçekçi yönetmenleri olarak büyük değer verilmiştir.

Ömer Lütfi Akad’ın önemli eserleri arasında 1970′li yıllarda çok önemli bir üçleme de yer almaktadır. Bu üç film, Gelin (1973), Düğün (1975), ve Diyet (1975) şehre göç eden köylülerin şehir merkezinde yaşadıkları travmalara odaklanmıştır. Akad bu filmlerle iç göç sorununa yeni, güçlü bir yaklaşım getirir.

Akad, birçok belgesel ve televizyon filmine de imza atmıştır. Topuz, Ferman, Bir Ceza Avukatının Anıları, Dört Mevsim İstanbul usta yönetmenin imzasının bulunduğu televizyon filmlerindendir. Yönetmenin bir de, Türk sinemasının önemli süreçlerini anlattığı Işıkla Karanlık Arasında adlı deneme kitabı vardır.

Usta yönetmen 20 yılı aşkın bir süre, Mimar Sinan Üniversitesi Sinema-Televizyon Bölümü’nde öğretim üyeliği yapmıştır.

Ömer Lütfi Akad Türk sinemasında tiyatro geleneğinden sinema tekniğine geçişi başlatmıştır. Türk sineması tarihinde ‘Muhsin Ertuğrul’dan sonraki sinemacılar dönemi’ olarak adlandırılan dönemin kuşkusuz en önemli, en üretken ve en unutulmaz yönetmenlerindendir. Akad her zaman gerçekçi, güçlü ve kişisel eserler üreterek Türkiye’de sinemanın en büyük kurucularından birisi olarak görülmeyi kesinle haketmektedir.

Ödülleri

1967 Antalya Altın Portakal Film Festivali, En İyi 2. Dram Filmi Ödülü, ‘Hudutların Kanunu’
1968 Antalya Altın Portakal Film Festivali, En İyi 2. Film Ödülü, ‘Vesikalı Yarim’
1974 Antalya Altın Portakal Film Festivali, En İyi Yönetmen, ‘Düğün’

(soL )

1 vote, 4.00 avg. rating (87% score)
]]>
http://bagimsizsinema.org/omer-lutfi-akad-sinemamiz-acisindan-neden-onemliydi/feed/ 0
Ken Loach bir aziz mi yoksa bir canavar mı? http://bagimsizsinema.org/ken-loach-bir-aziz-mi-yoksa-bir-canavar-mi/ http://bagimsizsinema.org/ken-loach-bir-aziz-mi-yoksa-bir-canavar-mi/#comments Fri, 01 Nov 2013 00:06:27 +0000 http://dergi.bagimsizsinema.org/?p=712 Devamını oku]]> Londra…

Otobüsten koşarak inen bir adam…

Metro istasyonunda bir miting için toplanmış kalabalık…

Protestonun hedefinde Irak’a saldıran ABD. Mitingin sahibi Savaşa Hayır İttifakı.

Adam, İşçi Partisi milletvekili Jeremy Corbyn’den mikrofonu alarak konuşmaya başlar.

Konuşmacı ünlü marksist yönetmen Ken Loach’tur…

 

Tiyatro, Ken Loach’un ilk aşkıdır. Bu alanda işsiz kalınca, oyunculuktan yönetmenliğe geçiş yapar ve televizyona yönelir.

Bu süreç boyunca sol fikirlere doyarken, Joan Littlewood Tiyatrosu’nun toplumsal gerçekçiliğiyle yakınlaşır.

Çarşamba Tiyatrosu (1965) için çektiği bölümlere getirdiği yenilikler, Royal Court Tiyatrosu’nun “Öfkeli Gençler”inden ve “Mutfak Evyesi Tiyatrosu”ndan izler içerir. Dramayı stüdyodan sokağa taşır.

Bir zamanlar üyesi olduğu İşçi Partisi’ni ihanetleri nedeniyle eleştiren ve ona göre daha solda olan Loach şöyle der:

“Her zamankinden daha açık görünen bir şey var ki, toplumda iki sınıf bulunmaktadır, bunların çıkarları arasında bir uzlaşma sağlamak mümkün değildir ve bir tanesi, öteki pahasına varlığını sürdürmektedir.”

Loach, medyada sesi duyulmayanların sesi olur

Up the Junction (1965) ve Cathy Come Home (1966) gibi TV dramalarıyla toplumun en alt kesimlerini ekrana getirirken televizyonu görülmemiş bir biçimde kullanır. Loach’un film çekme tarzı gerçek mekân kullanımına dayanır ve belgeselvaridir. Cathy Come Home’un çekilişini şöyle anlatır Loach:

“Standart film çekimindeki temel kurala göre sokağı boşaltırsınız, her köşeye bir yapım asistanı yerleştirirsiniz, oradan geçen herkesi durdurur ve filminizi çekersiniz. Ben ise oradan geçen insanlara yollarına devam etmelerini söylüyordum, sahnede doğal bir akış olsun diye. Bir başka gelişme, kamerayı biraz uzağa yerleştirip insanların tepkilerini yakalamaktı. Belgeselvari bir yaklaşımla, bir ortamda neler olabileceğini hesaplayıp sonra bunların olmasını bekliyor ve gerçekleştikleri anda filme çekiyorduk. Eve Dön Cathy, bunun ilk örneği olmuştu.”

Karşılığında TV eleştirmenleri ve seçtiği konular yüzünden ahlâkçılar ayağa kalkar. Örneğin evsizlik sorununu gündeme getiren Cathy Come Home [Eve Dön Cathy], yerleşik düzene bir tehdit oluştururken bir yandan da Ken Loach ve yapımcı Tony Garnett’a yeni bir yol açar: Sinema…

Loach’un ilk filmi Poor Cow (1967), ona sinema sanayinin geleneklerini öğretirken, ardından gelen sansasyonel Kerkenez’de (1969) kendi üslubunu geliştirir ve tamamen gözleme dayanan tarzını yaratır. Kamera, oyunculardan olabildiğince uzakta durur; böylece oyuncular oyunu gerçekmişcesine oynayabilir.

Loach’un bir başka özelliği, profesyonel olmayan oyunculara yönelmesidir. Üstelik senaryodaki karakterlere benzeyen yaşam deneyimleri olan oyuncuları seçer.

Bütün bunların ardında yatan neden, Loach’un gerçekliği olduğu gibi perdeye yansıtmak istemesidir.

Çevresindeki kişilerce saygı ve sevgiyle neredeyse bir aziz gibi anılan, ölçülü ve kontrollü bir kişiliğe sahip Loach oyuncu yönetimine gelince değişir. Çıplak gerçeği yansıtan bir atmosfer yaratır ve aşırı yöntemlere başvurur. Örneğin Kerkenez’de küçük çocuklara gerçekten sopayla vurulur.

Loach, Kerkenez’i izleyen on yıl içinde filmlerine finansman bulmakta zorlanır. Bu dönemde sadece iki film çekebilen Loach, televizyona dönerek dört bölümlük Umut Günleri’ni (1975) yapar. Dizide, 1926 genel grev arifesinde işçi sınıfının sendika ve işçi partisi liderleri tarafından uğratılan ihaneti yansıtılır. Loach’un siyasal filmlerine hep aynı tema hâkim olur: Solun ihanete uğraması. 80’li yıllarda üyelerini satan sendika ağaları üzerine çektiği belgeselleri hep sansüre uğrar.

Aradan geçen on yılda Loach kendisine bir destek arar. Bu sırada el attığı belgesel alan istediği gibi sonuçlanmaz. Çünkü Loach sansürü çalıştıracak konular seçmekten vazgeçmez.

Liderlik Sorunları adlı dizide Loach, liderlerinden memnun olmayan sendikacıların düşüncelerini işler. Denetleyici Bağımsız Yayın Kurumu (IBA) konunun ele alınışını tek taraflı bulur.  Sanki “diğer taraf” yedi gün yirmidört saat yayın yapmıyormuş gibi. Bunun üzerine dizinin yayınlandığı Channel Four diziyi geri çevirir.

Bu arada, Perdition oyunuyla tiyatroya geri dönen Loach ilgili alanda da yasaklanır ve Royal Court Tiyatrosu tarafından engellenir.

Deyim yerindeyse Loach neye eline atsa kurutur; işsiz kalır. “Piyasa”ya girerek, reklam filmleri çektiği dönem bu dönemdir.

1990’da Gizli Ajanda ile sinemaya dönüş yapar.

Çarşamba Tiyatrosu’nun beyaz perde versiyonu olarak görülebilecek Ayak Takımı (1991), Yağan Taşlar (1993) ve Minik Kuş Minik Kuş (1994) bu dönemde çekilir. Bu filmlerde Loach, Britanya’da çoğunluğun yaşadığı sefilliği, insani, hatta mizahi bir dille anlatır.

Loach, kendi ülkesinde filmlerinin dağıtımı için savaşırken, Kıta Avrupası’nda sinema severlerin ilgi odağı olur, festivallerden ödüllerle döner.

Örneğin İngiltere’de kaçak bir sokak dansçısı ile sıradan bir İngiliz otobüs şoförünün Nikaragua’ya uzanan maceralarını anlatan Carla’nın Şarkısı (1996), kitlelerce beğenilir.

İspanya İç Savaşı’nı aktardığı destansı Ülke ve Özgürlük (1995) Loach sinemasının uluslar arası bir nitelik kazanmasını sağlar. Bu film hem tarihsel bir eser olur, hem de Loach’a bağımsızlık kazandıracak şekilde bir finansman elde etmesini sağlar.

Ekmek ve Güller (2000), Loach’un Amerika çıkartmasıdır.

Her ikisi de İskoçya’da geçen Benim Adım Joe (1998) ve Afili Delikanlı (2002) Britanya toplumunu dramatize ederken büyük övgü toplar.

Tüm bu filmlerde ısrarla üzerinde durduğu toplumsal gerçekçilik Loach’u eşi benzeri görülmemiş bir yönetmen yapar.

Loach’un seti, “motor” ve “stop” gibi bağrış çağrışların yaşanmadığı keyifli bir settir. Loach, oyuncusunun hareket alanını her şey bir yana korur. Öyle ki ekiptekilerden birinin deyişiyle, Loach kamera ve teknisyenler olmadan film çekebilmeyi tercih eder.

O gün mitinge koşturan bu adam, bugün yetmişlerinin sonunda film yönetmekten hâlâ memnundur. Üstelik, hiçbir şeyin ve hiç kimsenin engelleyemediği bu keyfi setteki herkese de bulaştırır.

İsmet Tekerek

1 vote, 4.00 avg. rating (87% score)
]]>
http://bagimsizsinema.org/ken-loach-bir-aziz-mi-yoksa-bir-canavar-mi/feed/ 0
Solanas ve Üçüncü Sinema http://bagimsizsinema.org/solanas-ve-ucuncu-sinema/ http://bagimsizsinema.org/solanas-ve-ucuncu-sinema/#comments Fri, 18 Oct 2013 20:15:52 +0000 http://dergi.bagimsizsinema.org/?p=18 Devamını oku]]> Fernando Solanas’ın filmleri ulusal sol söylemin 1968 ve 1992 yılları arasındaki gelişimin tanıklık eder (buna 2004 tarihli Yağma Anıları ve 2005 tarihli Hiç Kimselerin Onuru adlı son iki belgeselini de ekleyebiliriz). Ülkenin neo-kolonyalist bağımlılığını eleştiren politik ve entelektüel düşünce geleneğinden destek alır. Filmden filme değişen sinema dili ve sanatsal stili sosyal devrimci bilinci içeren gelenekle doğrudan ilişkilidir ve bu söylemdeki değişimleri de yansıtırlar. Solanas’ın filmleri 60’larda netleşen devrimci Peronist solu ve onun 70’lerin başında Peronist ana akımla nasıl birleştiğini; 80’lerde politik ve sosyal sürgünlüğe alışmanın zorluklarına rağmen billurlaşan Peronist harekete desteğin devam ettiğini; 90’ların başında iktidrdaki Peronist partinin benimsediği Neo-Peronist politikaların acımasız eleştirilerini ortaya koyar (Tzvi Tal, 1997).
Fernando “Pino” Solanas (…- …), bir yüzyıl boyunca darbeler görmüş bir ülkenin, Arjantin’in çocuğudur ve Paris’te sürgünde olmadığı yıllarda bu ülkede filmler çeker. Ülke, 1930, 1943, 1955, 1966 ve 1976’da darbe görmüştür; son darbe 1982’de Falkland savaşını İngiltere’ye karşı kaybedince iktidardan düşmüştür.
Solanas, Octavio Getino ve Gerardo Vallejo, 60 yılların sonunda kurdukları “Grupo Cine Liberacion” (Sine Özgürlük Grubu) ile Latin Amerika’da politik sinemanın koşulların, gereksinimini, amacını, içeriğini ve bunların yanı sıra üretimini, dağıtımını ve gösterimini teorik ve pratik olarak açıklama rolünü üstlendiler.
Bu grubun ilk üretimi olan ve 1966 askeri darbesinin koşulları altında iki yılda gizli olarak çekilen ve Peronistlerin iktidara geldiği 1973 yılına kadar yine gizli olarak gösterime giren 1968 tarihli (16 mm.lik) Kızgın Fırınların Saati üretimi, dağıtımı ve gösterimi açısından, daha sonra yayınladıkları “Üçüncü Sinemaya Doğru” adlı manifestoya da örnek oluşturur.
4 saat 20 dakika uzunluğundaki Kızgın Fırınların Saati üç bölümden oluşur: Birinci bölüm, “Şiddet ve Özgürlük” adı altında, Arjantin’in toplumsal, tarihsel, coğrafik ve kültürel değişik yönlerini anlatır. Bu bölüm Che Guevera’ya ve Latin Amerika’nın kurtuluşu için ölenlere ithaf edilir. “Devrim için Eylem” adlı ikinci bölüm, Juan Peron’un ilk on yılını (1945-1955) anlatan “Peronizmin Tarihi” (20 dakika) ve Peronizm sonrası dönemi anlatan “Direniş” (100 dakika) olmak üzere iki alt bölümden oluşur. Son bölüm ise, birinci bölümle aynı adı taşır, “Şiddet ve Özgürlük”, ve 45 dakika sürer. Bu son bölümde, iki röportaj gösterilir ve birkaç mektup okunur. Devrim gerçekleşmedikçe, bu filmin sonunun olmadığı, olamayacağı vurgulanır.
Mektuplardan, röportajlardan, belge görüntülerden, tartışmalardan yararlanan filmin gösterimleri de izleyiciyi pasif olmaktan çıkararak filmle birlikte tartışır duruma getirir. Burada film-eylem kavramı ortaya çıkar. Buna göre izleyici, mekân ve filmin kendisi üzerine elde edilen deneyimler söz konusudur. Manifestonun bir yerinde değinildiği gibi, önemli olan film değil, bir tartışma ortamı yaratmak ve kitleleri bilinçlendirerek harekete geçirmektir.
Film-eylemi ortaya koymak için üç unsur önemlidir: “1) Katılımcı yoldaş, yani davetimize yanıt veren insan-aktör-suç ortağı; 2) Bu insanın kendi düşüncelerini ifade ettiği, politize olduğu ve kendisini özgür kıldığı özgür mekân; 3) yalnızca bir ateşleyici ya da bir araya geliş için araç olarak önemli olan filmin kendisi” (Solanaz ve Getino, 2002:55). Bir film, bu üç temel unsurun bilincinde olarak kendi biçimini, yapısını, dilini ve önermelerini bu olaya ve onun aktörlerine tâbi kılma görevini üstleniyorsa, daha da etkili olacaktır. Film-eylem bu şekilde tanımlanır.
Sine Özgürlük Grubu’nun, Latin Amerika üyelerinin ekonomik, politik koşullarından ve bir üçüncü sinemaya duyulan ihtiyaçtan yola çıkarak yazdıkları “Üçüncü Sinemaya Doğru” adlı manifestonun alt başlığı şöyleydi: “Üçüncü Dünya’daki Ulusal Kurtuluş Mücadelelerinin Bir Parçası Olan Sinemanın Gelişimi Üzerine Notlar ve Deneyimler”. Manifesto’da Latin Amerika Kurtuluş mücadelelerini etkileyen siyasal, düşünsel hareket ve kişilerin yanı sıra, örneğin Kızgın Fırınlar Saati’nden alıntılar da yer almıştır. Film-eylem kavramı aşağıdaki alıntıyla daha iyi anlaşılır:
Yoldaşlar [“Devrim için Eylem” bölümünün başında söylediğimiz gibi] bu sadece bir film gösterimi ya da bir gösteri değildir. Her şeyden önce bir mitingtir –anti emperyalist birliği gösteren bir eylemdir; bu mekân, sadece bu mücadele içinde yer alanlar içindir, çünkü burada izleyiciler ve düşmanın suç ortakları için yer yoktur; burada sadece filmin tanıklık etmek ve derinleştirmek istediği sürecin yazarları ve kahramanları için yer vardır. Bu film, diyalog için, iradenin araştırılması ve bulunması için bahanedir. Size yönelik olarak bizim tarafımızdan hazırlanmış bir rapordur; gösterimden sonra tartışılacaktır.
Bu tarihin gerçek yazarları ve kahramanları olarak sizlerin varacağınız sonuçlar önemlidir. Bizim bir araya getirdiğimiz sonuçlar ve deneyimlerin değeri görecelidir; özgürleşmenin şimdisi ve geleceği olanların, sizlerin işlerine yaradığı sürece bunlar kullanılabilirler. Fakat önemli olan bu sonuçlardan çıkacak eylemlerdir, gerçeklerin temelindeki birlikteliktir. Bu yüzden film burada bitiyor ve filmi sürdürebilmemiz için size yollar açılıyor (Kızgın Fırınların Saati’nden)
Film-eylem ya da Kızgın Fırınların Saati’nden sonra yazılan Üçüncü Sinema Manifestosu, anti emperyalist mücadele sürecinde çıkmaktaydı. Sömürgeleştirmelere karşı Üçündü Dünya’nın ayağa kalkması, Latin Amerika devrimleri ve Küba Sosyalist Devrimi, sinemacıları da etkilemiş ve onları bu mücadelenin bir parçası kılmıştır. Manifestonun temel kavramları da kaynağını, Üç Dünya Teorisi’nden, bağımlılık tezlerinden, söz konusu filmin üretim dağıtım gösterim koşullarını belirleyen politik koşullardan alır.
Aynı grup, 70’li yılların başında Peron’la yaptıkları röportajlardan oluşan iki belgesel daha çeker: Peron: Adaletçi Devrim ve Peron: İktidarın Alınmasında Politik ve Teorik Yenilenme.
Cine y Liberacion (Sinema ve Özgürlük) adında bir dergi de çıkarak gruptan Octavio Getino, 1972’de Latin Amerika’nın yazgısı üzerine alegorik bir film çeker, El Familiar. Aynı yıl başlanan Fierro’nun Çocukları (Los Hijos de Fierro) adlı film ancak sürgün yıllarında tamamlanacaktır. Peron belgeselleri ve Fierro’nun Çocukları, sürgünde olan Peron’un imgesini güçlü tutacaktır.
Sine Özgürlük Grubu’nun ardından gizli yollarla militan sinema yapan başka gruplar da ortaya çıkar. Örneğin Cine de Bas. Solanas, söz konusu dönemi şöyle anlatıyor:
Size Arjantin deneyini anlatacağım. Sinema bir kitle haberleşme aracı, özellikle bir siyasal araç olduğuna göre, ülkenin ulusal politikasının bir çözümlemesini yapmadan sinemadan söz etmek zor olur. Son Yıkıcı Hareketleri Önleme Kanunu’nun da belirttiği gibi, Arjantin iç savaş halinde. Bütün düşünce bildirim araçları ve ulusal öğretim kurumları gibi sinemanın da durumu acı. İdeolojik, askeri ve polisiye denetim her şeyde etkin. Tüm demokratik özgürlüklerden, ulusal ve halkçı girişimlerden uzak olan Arjantin’de yıllardır yaşanan süreç bu. Tam tersi, ulusal uyumsuzlukların köklüleştirilmesine giden bir davranış var.
Arjantin sinemasına gelince; iki düzeyde inceleyebiliriz. Bir yandan genellikle düzenle aynı doğrultuda olan, yine ikiye ayırabileceğimiz bir sinema ki tam, ticari Amerikan sineması örneği ve siyasal durum nedeniyle krizde olan, sınırlı varlığı ve çelişkileri ile özetlenen, Yeni Arjantin Sineması’nın ikinci kuşak temsilcileri. Öte yandan hükümet denetiminin yani resmi ve siyasal denetimin dışında belirmeye başlayan bir sinema. Bu bizim “Cine de Liberacion” (Özgürlük Sineması) diye adlandırdığımız, halk kitlelerinin özgürlüğü sorununa bağlı bir sinema. Diyebiliriz ki, gerçekleştirmekte olduğumuz sinema açıkça siyasaldır. Bu, Arjantin’de ulusal olduğu söylenebilen tek sinemadır. Resmi sinemanın yutturucu ve kültür sorununun bir uzantısı olduğunu söylersek, konuşmaya değer bir şey kalmaz sanırım (Solanas v.d., 1972: 25)
1973’te Peronizm seçimle iktidara geldiğinde grup üyeleri resmi sinema kurumlarında aktif olarak görev alır. Örneğin Getino, Ulusal Sansür Kurulu’nda görev alır ve burada yasaklı filmlerin üzerindeki yasağı kaldırır. Film birliklerine ve göstericilere maddi fon sağlar. Devlet desteğini arttırmaya yönelik bir sinema yasası bu dönemde yürürlüğe girer. Ama Peronizmi eleştiren gruplar örneğin Cine de Bas militan sinema yapmaya devam etmektedir. Ne var ki, sol kadroların bertaraf edilmesi girişimine başlanıldı. Özellikle Peron’un ölümünden sonra iktidara gelen İsabella Peron solculara karşı bir girişim yürüttü. Sinema da bu arada hemen hemen tümden unutuldu. Peronizmin sağ versiyonunu yaşatmaya çalışan İsabella Peron da iktidara el koyan askeri darbe sonucu 1976’da hükümetten düştü. Solanas’ın sürgünlüğü de bu devreye rastlar. Solanas, Paris’teki sürgünde Yılmaz Güney’e adadığı Tangolar (1985) filmini çekecektir.
Sine Özgürlük Grubu’nun Kızgın Fırınların Saati adlı filmi yanında, aynı dönemde, yükselen devrimci hareketlere destek vermek amacıyla diğer ülkelerden sinemacılar da filmler çekmişlerdir. Bunlar: Glauber Rocha’nın Brezilya’nın kuzeydoğusundan Antonio das Mortes’i, bir grup Bolivyalı sinemacının And Dağları’nda geçen Akbabanın Kanı (Blood of Condor) filmi, Şilili Miguel Littin’in Nahueltoro Çakalı (The Jackal of Nahueltoro), Küba’dan Tomas Gutierrez Alea’dan Azgelişmişlik Anıları (Memories of Underdevelopment), Humberto Solas’dan Lucia.
Ne var ki, Kızgın Fırınların Saati, Julianne Burton’un deyişiyle “Közlerin Saati”ne mi dönüşmüştür? Bu Arjantin sinemasına yapılan bir ironi olabilir. Ancak bu ifadenin vurguladığı sadece Arjantin’de değil, Brezilya, Bolivya, Şili ve Uruguay’da yükselen toplumsal hareketlerle birlikte sinemaya da darbelerle ket vurulduğudur.
Solanas’ın biri sürgünde çektiği Tangolar (1985) ve diğeri ülkesine geri dönüşte çektiği Güney (1988) filmlerine geçmeden, Sine Özgürlük Grubunun “Üçüncü Bir Sinemaya Doğru” manifestosunu ve kavramını biraz daha detaylandıralım.
“Üçüncü Sinema” kavramını ilk kez kullanan manifesto, her şeyden önce somut bir film çekme deneyimine dayanır. Solanas ve Getino, Kızgın Fırınların Saati filminin üretim, dağıtım ve gösterim sürecinden yola çıkmışlardır. Getino’ya göre bu film, ilk kez “özgür olmayan bir ülkede de özgürlük için mücadele sürecini destekleyen bir filmi üretmenin ve dağıtıma sokmanın mümkün olduğunu” göstermiştir (Temiztaş, 2002: 40-41). Bu film teorinin uygulanabilirliğini kanıtlamıştır.
Söz konusu manifesto, 60’ların devrimci hareketlerine paralel olarak, anti emperyalist mücadelede, ulusal kültürün bir parçası olarak hizmet edebileceğini vurgular. Nasıl ki emperyalist güçlerin ideolojik bilim, kültür, sanat ve sinemaları varsa, Üçüncü Dünya uluslarının da devrimci bir bilim, kültür, sanat ve sinemaları olmalıdır. Devrimci bilim, kültür, sanat ve sinema, yaşamın hizmetine girmeli ve hepsinden önemlisi, sömürgesizleştirme mücadelesinde devrimci güçlerin emrinde olmalıdır (Solanas ve Getino, 2000: 265-266).
Halkı bilinçlendirmek için yazılı bildirilerden daha etkili bir yol olan sinema, 60’ların İtalyan Yeni Gerçekçilik deneyiminin gösterdiği gibi, maliyetlerin düşmesi nedeniyle stüdyo tekelinden çıkmış, yönetmenler istedikleri filmleri çekebilme imkânına kavuşmuştur. Halktan ve gerçeklikten kopmuş, sözde ilerici entelektüellerin, devrimci mücadelenin hizmetine girmeleri ile sinema devrimci güçler tarafından kullanılabilir hale gelecek, gerçek bir anlam kazanacaktır (Solanas ve Getino, 2000: 267-268).
Bu koşullar altında ortaya çıkan anti emperyalist sinemayı, Üçüncü Sinemayı tanımlarken Solanas ve Getino, Birinci ve İkinci Dünya terimleriyle örtüşmeyen bir sınıflandırmaya giderek Birinci, İkinci ve Üçüncü Sinema terminolojisini kullanır. Birinci Sinema, yani Hollywood, tümüyle sistemin içindedir ve emrindedir, onun ideolojisini taşır. Üretim, dağıtım ve gösterim bakımından tamamen ticari odaklıdır. Bu sinemanın seyiricisi pasif bir tüketicidir. Solanas ve Getnino’nun sözleriyle, dolayısıyla bu seyircinin “tarihi anlayabilme/tanıyabilme yeteneğine sahip olması yerine, sadece tarihi okumasına, onu seyretmesine, dinlemesine ve ona katlanmasına” izin verilmektedir. Seyirciyi aktifleştirmek, Üçüncü Sinemanın önemle üzerinde durduğu konulardan biri olacaktır.
Ticari amaçlı bir eğlence sineması olsa da Hollywood sineması politiktir ve ideolojiktir. Hollywood sineması, Birinci Sinemanın tek örneği değildir. Dünyanın çeşitli bölgelerinde kopyaları gözlenir. Örneğin Manifesto’da, Sovyetler Birliği’nde çekilmiş Bondarçuk’un Savaş ve Barış filmi de Birinci Sinema örneği olarak anılır.
İkinci Sinema ise, Avrupa’daki Yeni Dalga ve Brezilya’daki Yeni Cinema gibi akımları kapsar. Bunlar Hollywood’a kıyasla ileri birer adımdırlar, sisteme muhalefet ederler, standart olmayan bir dil kullanırlar. Ancak bu muhalefet sınırına yaklaşmıştır. Solanas ve Getino’nun Godard’dan aktardığı ifadeyle bu akımlar “kalenin içinde tuzağa düşürülmüştür”. Finansman için Pazar arayışına çıkmış., yasaları iyileştirmek için sistemle uyum sağlamaya başlamışlardır. Bireysel ve kişisel anlatımlara ağırlık vermiş, toplumsal muhalefetten uzaklaşılmıştır. Kiteleleri harekete sürükleyememişlerdir.
Üçüncü Sinema ise, sisteme gerçek bir muhalefet yaratarak, İkinci Sinemadan ayrılır. Bu iki şekilde olabilir. Birincisi, sistem karşıtı kavgayı doğrudan ve açıkça seslendiren, düzenleyen militan filmler yoluyla. İkincisi, sistemin asimile edemediği, sisteme yabancı filmler yoluyla. Bu ikinci çeşit filmlerden manifestoda bir cümleyle bahsedilir.
Coğrafik olarak, Birinci Dünya’da örneğin Avrupa’da çekilmiş filmler Üçüncü Sinema kuşağına girebilir (örneğin İtalyan Öğrenci Hareketi’nin Cinegiornali’si gibi). Aynı şekilde, Üçüncü Sinema, Üçüncü Dünya ile kısıtlı değildir.
Üçüncü Sinemayı Birinci Sinema’dan ayıran en önemli fark, seyirciyi içinde bulunduğu pasif halden çıkarıp aktifleştirmektir. Birinci Sinema’nın seyircisi pasiftir. Üçüncü Sinema’da ise seyirci, gösterim sürecinin bir parçasıdır. Kızgın Fırınların Saati’nde seyirciyi aktifleştirecek yöntemler izlenmiştir. Filmde yer yer gösterim durur, “Peron hükümeti neden devrildi? Halkı silahlandırmalı mıydı?” gibi sorular perdede belirir ve seyirci tartışmaya davet edilir. Filmde Fanon’un “bütün seyirciler ya hain ya da ödelktir” sözüne yer verilir.
Bu o kadar önemlidir ki, Solanas filmin değil ama filmin nasıl tartışıldığını önemser. Dolayısıyla filmlerin amacı,
“insanlara kendilerini bulmaları ve kendi sorunları hakkında konuşabilmeleri için bir ortam yaratmaktır. Gösterimin gerçekleştiği mekân, insanların bilinçlerini gerçekleştirdikleri ve konuştukları bir yer olmaktadır. Biz bu alanın önemini öğrendik: Sinema işte burada insani olarak yararlı olmaktadır.” (Chanan, 1997: 373)
Filmlerin baskıcı ve darbeci koşullar altında gizlice seyredilmesi de seyirciyi belli bir risk altına sokar ve onu aktifleştirir.
Filmin üreim koşullarına bakmak da manifestonun özelliğini ortaya çıkarabilir. Uygulamada militan sinemanın özelliklerini belirleyen, devrimci mücadelenin gerekleridir. Solanas ve Getino’nun “gerilla” sineması olarak adlandırdıkları bu sinema, gerek üretim gerek dağıtım şekliyle ticari sinemadan ayrılır. Film üretim grubunun çalışmaları gizlilikle yürütülmeli, belli bir disiplin altında gerçekleştirilmelidir. Film yapımında çalışan kişiler görevden ayrılmak zorunda kaldığında, çalışmaların devam edebilmesi için grubun içindeki bütün üyeler ekipmanları tanımalı, gerektiğinde birbirinin yeri alabilmelidir.
Projektör, Solanas ve Getino’ya göre “saniyede 24 kare ateş edebilen bir silah”tır. Bu militan sinemanın dağıtımı da dikkatle yapılmalı, devrimci örgütlerin sağladığı mekanizmalar öncelikli olmalıdır.
Filmin finansmanı konusuna gelince, yapım için harcanan paraların geri gelmesi beklenir. Harcamalar ve beklenen gelir hesaba katılmadan film yapmaya girişilmemelidir. Filmleri talep eden bir seyirci kitlesinin olması en önemli etkendir.
Filmin estetik boyutu, devrimci amaçlar doğrultusunda olmak dışında tanımlanmamış, esnek bırakılmıştır. Amaç seyiriciyi aktif hale getirmek önemlidir. Bu doğrultuda anlatım serbesttir. Örneğin Kızgın Fırınların Saati’nde alışılageldik film tekniklerinin dışında bir anlatım görülür (doğrudan filme alma, reklam teknikleri, kurgulanmış fotoğraf, avangard ya da genel geçer teknikler gibi) (Temiztaş, 2002: 42). Öte yandan Hollywood biçimlerinin ister istemez Hollywood ideolojisini yansıttığı vurgulanır ve dolaylı olarak başka stillerin kullanılması gerektiği ima edilir gibi görünür.
Ne var ki,Solanas ve Getino, militan sinemanın anlatımda devrim yapmasını zorunlu görmez. Örneğin Bolivyalı Jorges Sanjines’in konvansiyonel ve eski dili kullanan filmlerinin Bolivya bağlamında daha başka bir biçimden üstün olabileceğini söylemişlerdir. Dolayısıyla, devrimci filmin ille de devrimci bir biçimi olması gerekmez.
Bununla birlikte, Teshome Gabriel’in Üçüncü Dünyada Üçüncü Sinema (1982) adlı kitabında, Üçüncü Sinema’nın sinema dili özelliklerini belirler. Buna göre sınırlar zorlanmış ve devrimci amaçlara uygun yeni stiller yaratılmaya çalışılmıştır. Bu yeni stil, kişi, toplum ve tarih ilişkisini anlamaya çalışır. Kızgın Fırınların Saati ve Sembene’nin Emitai filmlerinden örnekler verir. Bu stilin en önemli özelliği, bakış açısının bireyi aşıp bireyin toplumla ilişkisine odaklanması, toplum ve tarihine bir anlam vermeye çalışmasıdır. Filmin kahramanı, tarihin itici gücü değildir, sadece tarihi gerekliliklerin bir parçasıdır. Gabriel, kolektif kahramanlığın bir örneği olarak, Sembene’nin Emitai filminde uzak plan çekimlerinin hiçbir yüz üzerinde aşinalık yaratacak kadar uzun durmamasını gösterir (Gabriel, 1982: 24-26).
Diğer bazı biçimsel özellikler şöyle sırlanabilir: Plan sekanslar (long take), çapraz kurgu (cross cutting), yakın çekimlerin birey psikolojisinin ele alınmasında değil bilgi iletiminde kullanılması, çevrinme ve sesin kullanımıdır (Gabriel, 1989: 44-45).
TANGOLAR (1985)
Bu filmin çekimine Paris’te başlanmış ve sonrasında ülkeye dönüşte tamamlanılmıştır. Filmde tango ve tragedyanın bileşiminden oluşan “tanguedia” sahneleyen bir grup Arjantinli tangolarla anlatılır. Bu bakımdan film bir müzikali çağrıştırır. Ruhu ikiye bölünmüş bir halkın tanguedia’sı Buenos Aires’te Juan Uno (Juan Bir) tarafından yazılır, Paris’te Juan Dos (Juan İki) tarafından bestelenir. Filmde sonu gelmeyen, sona erdirilmeyen bu gösterinin Peronist sol “ulusal kurtuluş projesinin” bir metaforuna dönüşür. Filmde Arjantinli sürgünleri destekleyen Fransızın tanguedia’yı anlamaması, Fransız eleştirmenlerin ise daha sert eleştiriler getirmesi, örneğin tanguedia’yı Arjantin’e has bulması, Solanas’ın Avrupa’da nasıl karşılandığına da ışık tutmakta. Peronist solun Avrupa solu tarafınca eleştirilmesi, Solanas’ın sürgün yıllarını da etkilemiştir, örneğin filmi Tangolar için maddi imkân bulmasını zorlaştırmıştır.
“Yaşamanın da terk etmenin de riskli olduğu” Buenos Aires fotoğraflarının, Paris sokaklarına karıştığı, Paris’te Rio de la Plata adını verdikleri yerde Arjantinli ve Uruguaylı mülteci ve göçmen tüm sürgünlerin dayanışma içinde birlikte yaşadıkları Tangolar filmi, tangolar aracılığıyla aşkları, memleketten kopmamaya çalışma gayretini ve yoklukları anlatır.
Pek çok tangonun söz yazarı Solanas’tır.
GÜNEY (1988)
“Eğer Güney’in ne olduğunu bilmiyorsanız, Kuzey’e aitsiniz.”
Solanas ülkesine sürgünden geri döndükten sonra çektiği 1988 yapımı Güney beş yıl boyunca (cunta döneminde) hapiste yatmış Floreal’in salıverildiği geceyi, eve dönüşünün yolculuğunu anlatır. Babası gibi mezbahada işçi olan Floreal, askeri cuntanın sona ermesiyle hapishaneden salıverilmiştir. 1976’dan başlayarak 1982 Malvinas ya da bilinen adıyla Falkland Savaşı’nın yenilgiyle sona ermesine dek geçen askeri cunta döneminde sendikalar kapatılmış, işçi önderlerinden öldürülmeyenler hapsedilmiş, ölü ve “kayıp” insanların sayısı onbinleri aşmıştır.
Solanas’ın ülkesinden ayrılışının üzerinden de on yıl geçmiştir. Dolayısıyla, Solanas’ın ülkesine döndüğünde karşılaştıklarının, gördüklerinin bir özeti gibidir bu bir gecede yapılan yolculuk. “Umutla ama aynı zamanda güvensizliklerle dolu bir geri dönüş” der Solanas (Naficy, 2001: 231). Floreal, bu bir gecede sadece kendisiyle ve kendi anılarıyla hesaplaşmaz. Bu hesaplaşmada Arjantin’in geleceğine dair ortak hayali paylaştığı babasının da dahil olduğu bir önceki kuşak da yer alır. Hafıza canlanırken, ülkenin direniş ruhu da şiirselleşir. Şiir, Astor Piazolla’nın bestelediği tangolarda can bulur. Yerlerde bildiriler uçuşur, duvarlarda ise yazılamalar, afişler görülür. Sanki şehir günler boyu süren bir eyleme, protestoya tanıklık etmiştir. Güney adlı bir kafenin önünde bir grup yaşlı müzisyen Güney tangosunu çalıp söyler:
Güney, pardon
Upuzun bir duvar ve ötesinde
Dükkanın içinde sallanan bir lamba
Beni göremeyeceksin bir daha
Pencereye yaslanıp seni bekleyen
Bir daha asla yürümeyeceğiz
Yıldızların altında
El ele karanlık sokaklarında
Ayın altında
Ve sen aşkım ve pencere
Hepsi gitti
Güney filminin La Busqueda (Araştırma) adını taşıyan bölümde 1976 askeri darbesi, Floreal’in tutuklanışı, Patagonya’da bir hapishaneye gönderilişi ve dostlarının onu kayıplar arasında arayışı anlatılır. Floreal’in eşi kayıp anneleriyle beraber çalışır. Floreal’in nerede olduğunu araştıran ilk kuşak ise bu sırada bir kütüphanenin yok oluşuna tanık olur. Yıkıcı, çözücü, ahlaksız, Marksist, Peronist bulunan pek çok kitap yok edilmektedir. Aralarında Güney Projesi, Güney ve Latin Amerika Bütünleşmesi, Küçük Prens kitapları da vardır. Kütüphanedeki askerler, Güney projesinin ne olduğunu sorunca aldıkları yanıt “Eğer Güney’in ne olduğunu bilmiyorsanız Kuzey’e aitsiniz” olur.

İsmet Tekerek

KAYNAKÇA
Çetin-Erus, Zeynep, “Manifestolardan Günümüze Üçüncü Sinema Tartışmaları”, Üçüncü Sinema ve Üçüncü Dünya Sineması içinde, s. 19-50.
Genç, Seray, “Latin Amerika’dan Solanas Sineması”, Üçüncü Sinema ve Üçüncü Dünya Sineması içinde, s. 137-170.

0 votes, 0.00 avg. rating (0% score)
]]>
http://bagimsizsinema.org/solanas-ve-ucuncu-sinema/feed/ 0