Bulantı filmi ve kötülük tartışması
“Yalancı büyüklük, yabanıl ve yanına varılmazdır: Zayıf yanını bildiği için, gizlenir ya da hiç değilse kendini göstermez. Başkalarına kendini zorla benimsetecek ve gerçek niteliğini, yani gerçek küçüklüğünü ortaya vurmayacak biçimde davranır hep.”*
Ahmet, üniversitede ders veren bir entelektüel olması ile değil ama donuk, soğuk bakışları ile İstanbul’da sıkça rastladığımız bir insan türü. Üniversitede ders veren bu entelektüel Ahmet’i ,özellikle özel üniversitede okuyup ‘philosophy of emotions’ gibi dersler alanlarımızın gözü ısıracaktır. Ahmet bir yerlerden hepimize tanıdık. İlerledikçe bu donukluğunun sebebinin bir sevgisizlik ve yalnızlık hali olduğunu anlıyoruz. Sevgisizliği ve kayıtsızlığı nörolojik belirtiler düzeyine vardırmış olan Ahmet, karısının ve çocuğunun ölümünü o kadar umursamaz ki bunu ilerleyen sahnelerde sevgilisinin ağzından ancak teyit edebiliriz. Sevgisizliğin orijininin filmde muğlak bırakılmış olması bilinçli bir tercih.
Demirkubuz her ne kadar alakası yok dese de, Bulantı’nın kapağını çizen Egon Schiele’nin tablolarından birini odasına asarak, Sartre’ın Bulantı’sına ve varoluşçu felsefesine göndermede bulunmuş. Eğer böyleyse, Ahmet’in sevgisizliği ve donukluğu sınıf atlarken edindiği kibirden değil, yeryüzüne fırlatılıvermiş olan sonlu bir yaratık olduğunun bilincinde olmasından ileri geliyor.
Bu durum, yani filmin içeriği, özü, felsefesi ve göndermeleri, anlatım tekniklerinin başarılı olup olmamasından, oyuncuların iyi bir performans gösterip göstermediğinden bağımsız olarak konuşulmayı ve tartışılmayı hak ediyor.
Sartre’ın Bulantı’sındaki taşı kaldırmak üzereyken bunu gerçekleştirebilecek özgürlüğe sahip oluşundan(ve bir kadının boynundaki ben gibi daha nicelerinden) tiksinti nöbetlerine tutulan Roquentin’i ile Demirkubuz’un Bulantı’sındaki davranmaktan, iletişimden, ilişkiden kaçınan Ahmet arasında bir bağlantı kurmak mümkün. Ancak Sartre’ın Bulantı’sında yaklaşık doksan yıl önce bireyin tümden özgürlüğünü bulabilmesi için seçim yapma zorunluluğunun ve bunun için gücünü kullanmaktan ve nihayet kendini bu doğrultuda ‘yapabilmekten’ söz ettiğini hatırlarsak Demirkubuz’un Bulantı’sında bırakalım yeni bir söz söylemeyi, üretim yapmayı, kendini ‘yapma’yı, kendi yaptıklarından bile geriye düştüğünü söylemek zorundayız.
‘BU KARANLIK İNSAN BELGESELİNDE ANLATILAN BİZ DEĞİLİZ’
Sevgisizlik ve donukluk sarmalı Ahmet’te bir takım nörolojik sapmalara yol açıyor, Ahmet rüyalarından uyanamıyor. Bu noktada filmin hem ışık hem de felsefi açıdan en aydınlık sahnesine geliyoruz. Ahmet’in adeta içini yansıtan karanlık, loş iç çekimlerden, tünellerden ne kadar ferah olursa olsun yaşam cıvıltısını bulamadığımız evlerden sonra aniden perdede beliren ve gülüşmelere neden olan Ercan Kesal’la gözlerimiz kamaşıyor. Doktor malumu ilan ediyor, sevgisizlik ve yalnızlık teşhisini koyuyor. Ahmet’i de ilk defa canlı ve sorular soran bir varlık olarak görüyoruz. Doktor koyduğu tanıya yanlış reçete yazıp Ahmet’in rüyalarını görmeye devam etmesinin ve hiçbir şeyi sorgulamamasının kendisi için iyi olduğunu söylüyor. Bir tür morfine devam mesajı verilmiş oluyor. Heyecanlandığımız bu sahnede de ağzımızda kekremsi bir tat kalıyor. Mesele morfinle çözülemiyor. Önce sevdiklerinin eski video görüntülerinde aranıyor. Fakat elektrikler kesiliyor.
Final sahnesinde Ahmet’in bunalımının derinleştiğini hissediyoruz. Boşluk, yalnızlık, bulunamayan mum, her şeyin saçmalığına duyulan öfke derken (daha gerçekçi bir benzerine Kış Uykusu’nda rastladığımız türden) ’alt kata’ inip iki çocuklu, dul, geçimini temizlikçilik-kapıcılık yaparak sağlayan ve filmin başından sonuna tek gerçek insan ilişkisini kurabildiği bu kadının ayaklarına kapanarak kana kana ağlamasıyla Ahmet’in katharsisine ulaşıyoruz. Fakat Ahmet’in arınma sahnesi, film boyunca yer yer insanlığa saldırı niteliğine bürünen, karanlık ve sefil küçük burjuva sevgisizliğiyle özdeşim kurmaya yönlendirilen biz izleyiciler için bir arınma değil. Nitekim seyirciler de, filmin Ahmet (Zeki Demirkubuz da diyebiliriz) üzerinden deneyimlettiği bencillik ve sevgisizlikle aralarına, yersizce attıkları kahkahalarla bariyer koyma ihtiyacı hissettiler. Kahkahalarıyla bu karanlık insan belgeselinde anlatılanın kendileri olmadığını söylemeye çalıştılar.
Bulantı’da diğer filmlerinde (en güzeli ‘Masumiyet’teydi) gördüğümüz düşünce dolu mizahı bulamadığımızdan sıkılıyoruz. Kötüyü çizmenin tek yoluymuş gibi, örneğin ‘aldatma’ gibi klişelerden hareket ettiği için devrimci ve yenilikçi bir bakış açısı göremiyoruz. Üniversitede ders veren entelektüel karakterimiz film boyunca yüzeysel ve klişe bir yaşamın dışına çıkamıyor. Karakter klişe ve yüzeysel olabilir; bizim anlatımımız bununla örtüşmek zorunda değildi. Sanat, bize bunlara bakabileceğimiz farklı bir açı bulunca ortaya çıkmaz mı? Sanırım seyircinin sıkılmasının ve aşağılanmış hissetmesinin nedeni burada aranmalı. Yine de filmden hoşlanmamızı sağlayacak şey onu aşan bir düşünce derinliğine ulaşma çabamıza bağlı.
Kötülük konusu üzerinde daha önce çalışmış Hannah Arendt’te buna benzer bir derinliği bulabiliyoruz. Bir Nazi toplama kampı bürokratının Kudüs’te yargılanması sırasındaki gözlemlerinden yararlanarak çıkardığı ‘Kötülüğün Sıradanlığı’** kitabında yazar, yüzeysel olanla yetinen, bayağı, genel geçer klişelerde kalarak eleştirel düşünmeye sıçrayamayan bir düşünüş biçiminin doğası gereği içgüdü düzeyine yakın yerlerde kaldığı, kötülüğün ürediği, insansızlığın belirdiği yer olarak saptamıştır. Buralarda, ötekinin yerine geçebilme yeteneği bir yana, ötekinin varlığını kabul etme bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır.
KLİŞE FİKİR, FİKİRSİZLİK DEMEKTİR
Şu ana kadar film üzerine pek olumlu eleştiri çıkmadı. Hatta eleştirilerin çoğu fikirsiz bir saldırı niteliğinde denilebilir. Bir şeye kötü ve sıkıcı demek eleştiri yapmak anlamına gelmiyor. Fikirsizlikle de kötülük arasında bir ilişki var. Bu ilişki sözcüğün Latince-İngilizce köklerinde daha belirgin: con – sience (vicdan). Bilinç, kendimle, kendimce bilmek, eleştirel düşünebilmek, kötülükle araya mesafe koymak anlamına gelmiyor mu?
La Bruyére ile başlamıştık Zeki Demirkubuz’un Bulantı filmi üzerine düşünmeye, yine onunla bitirebiliriz:
“Gerçek büyüklük özgür, tatlı, cana yakın, halkçadır; dokunmanıza ve öteye beriye çekiştirmenize izin verir, yakından bakınca büyüklüğünden hiçbir şey yitirmez; tanıdıkça hayranlığınız artar. İyilikseverlikle eğilip sonra doğal halini yaşayabilir; kendini bırakır kimi zaman, ihmal eder, her zaman geri alıp yeniden değerlendirebilme yeteneği içinde, ayrıcalıklarından vazgeçer…”
Güney Akgül
* Karakterler, La Bruyére, Sosyal Yayınları
** Kötülüğün Sıradanlığı, Hannah Arendt, Ayrıntı Yayınları
Yorumlar