‘Alan kapama’ olarak sinema
“İtirazım Var” bir camide işlenen bir cinayeti ve cami imamının da bu cinayeti aydınlığa kavuşturmasını konu alıyor. Onur Ünlü, bu filmiyle bir kez daha “sinema camiasında belirli bir misyonla hareket eden bir figür” olduğunu ispatlıyor.
Memlekette, kutlanmasına karşı her türlü faşizan uygulamanın devreye sokulduğu bir 1 Mayıs yaşanırken, gazetemizin sinema sayfasında ne yazabiliriz?
Böyle giriş yaptık madem, seçtiğimiz filme ilişkin sorumuzu bodoslama soralım:
Onur Ünlü’nün 18 Nisan’da gösterime giren filmi “İtirazım Var” ile 1 Mayıs’ın ne alakası var?
1 Mayıs’ın politik içeriği ile önem kazanması gerektiğine ilişkin güçlü vurgular yaparken, İstanbul’da, Ankara’da yiğit gençler, işçiler, aydınlar, faşizan saldırganlığa boyun eğmezken, bir Onur Ünlü filmini yazmak biraz acayip kaçıyor; kabul.
Yine de yazı boyunca, bu acayipliği bir temele oturtmaya çalışalım.
“İtirazım Var”, 18 Nisan’da gösterime girdi: Neden ve nasıl popüler olduğunu anlamak için toriği azıcık çalıştırmanın yeteceği “yönetmen” Onur Ünlü’nün, hikâyesini Sırrı Süreyya Önder ile birlikte yazdığı ve yapımcılığını ve yönetmenliğini kendisinin üstlendiği bir film bu.
Film, bir küçük cami cemaati namaz kılmaya başladığı sırada, cemaatin içindeki bir kişinin iki kurşunla öldürülmesi ve cami imamının da bu cinayeti aydınlığa kavuşturmasını hikâye ediyor. Daha önce gazetemizde kimi yazılarda da değinildiği üzere, Onur Ünlü, bu filminde de belirgin bir doğrultuya sahip bir şekilde, dinsel düşünce propagandası yapmaya devam ediyor.
Film yapmak, sanatsal gerçekliği kurmak
Şöyle bir örnek uyduralım: Diyelim ki, ne menem bir yer olduğuna dair hiçbir bilginiz olmayan bir ülkede geçecek olan bir film yapma teklifi aldınız. Böyle bir şey olmaz ya, oldu diyelim… Bir şekilde anlaşma sağlandı, çarklar dönmeye başladı, gerekli sermaye filan ayarlandı, iş yürüyor.
Ne yaparsınız?
Hikâye bulacaksınız, onu bir omurga etrafına oturtacaksınız, karakterlerinizi geliştireceksiniz, yapıyı kuracaksınız. Bunu yapmak için, bir “çelişkiye” ihtiyacınız var: Sanata, özel olarak da dramaturjiye hayat veren o dinamoyu üretmelisiniz; sonrasında, film boyunca çatlayıp yeşerecek, filizlenecek gücü taşıyan o tohumu bulmalısınız. Büyük Sovyet sinemacısı Kuleşov’un işaret ettiği gibi: Her film, izlenirken, yani perdede tohum çatlayıp filizlenirken, “peki şimdi ne olacak?” sorusunu şu ya da bu düzeyde sordurabilmelidir, yoksa yandığınızın resmidir!
Ama demiştik ya, tohumu da, yerleştireceğiniz toprağı da tanımıyorsunuz. O zaman yapılacak şey belli: O toplumda örtük ya da açık mevcut olan çelişkilere göz atacaksınız, onları anlamaya çalışacak, hikâyeniz içinde o çelişkilere alan açacaksınız.
İşte dananın kuyruğunun koptuğu yer tam da burası: Sizin verili toplumsal yapıda hangi çelişkileri temel aldığınız, hangi çelişkilere ve neden ağırlık verdiğiniz, bu çelişkileri nasıl işlediğiniz, sizin kimliğinizi, ideolojik formasyonunuzu, sanattan ne anladığınızı, ne kadar yetkin olduğunuzu vb. açık eder. Bu sizin “görme biçiminiz”dir.
Bayağılık ve sığlığı zeka sanmak
“İtirazım Var” filmine bu zeminde yaklaşınca, Ünlü ve Önder’in görme biçimini anlamak mümkün hale geliyor. Görünen o ki, din eksenli bir film en başta tasarlanan ama “Minyeli Abdullah” veya “T.H.E. İmam” türü filmlerin artık kesmediği düşüncesindeler belli ki (demeçlerden, yaptıklarından anlıyorsunuz bunu). Aşmış insanlar olduklarını düşünmelerinden mi, çağı yakalamak arzusundan mı, misyon onu gerektirdiğinden mi, bunu bilemeyiz, onlara sormak lazım. Görülen şey o ki, memleketin gençliğiyle iletişim kurulmak derdi var. Bu çok açık… Hani o Haziran’da, beyinlerini ele geçirme gerekliliği vurgulanan gençlikle…
Filmde, “mücadele eden imam” (!) diye bir ana karakter var. Ama bu imam, doğruluk timsali, bir elinde tablet, altında motosiklet olan çağdaş din adamı imgesinin ötesinde: “Kemale ermek için günahla bağ kurmaktan çekinmeyen” bir imam. Tabu deviren bir imam: Film, görev yaptığı camideki Ali yazısıyla ve bir Alevi deyişiyle açılıyor, meğer imammış deyişi çalan, Aleviliği önemsiyor; dul, yeniden evlenmemiş; kızı var, başı açık, üstelik erkek arkadaşıyla birlikte yaşıyor, imamımız imam nikahına karşı üstelik; bazı yaklaşımlarca günah olarak telakki edilen satrançla meşgul; antropoloji yükseği yapmış çünkü inancının rasyonel temellerine ulaşmak istiyormuş; İncirlik’te görev yapmış ama kızıp terk etmiş; mecbur kalınca rakı bile içiyor; Hıristiyanlarla dostane bir ilişki kurmaya açık; zenginliğe değil ama zenginlerin paylaşmamasına kızgın vs.
Filmin dramaturjisine hayat verecek şekilde yakalandığı düşünen çelişkiyi görüyorsunuz değil mi? Eksende inançla ilgili bir mesele var, çatışma buradan türetiliyor: Bir Sünni karakter düşünelim, toplumun belirli bir kesiminin tepki duyduğu bu kişiyle izleyicinin empati kurması için ne yapmamız lazım? Karakteri, “beklenmedik” durumlara, ilişkilere, ortamlara sokmamız lazım: Yanıtı bir önceki paragrafta vardı işte…
Bir imama rakı içirmek, kızının başının açık olduğunu göstermek, ona Hegel dedirmek, polise değil askere güvendirmek, şu, bu… Bu bayağılık ve sığlığı zekice bir buluş saymak gerçekten acınacak düzeyde bir komiklik.
Eleştirinin kendisinin de dinselleşmesi
Tanımadığınız bir toplumsal yapıyla ilgili film çekmek fantezimiz vardı yukarıda… Bir çelişki / gerilim odağı tespit edip, onu en klişe, en “ekşi sözlük takipçisi gündemi” “sürprizler” ile köpürtmek, ucuzluk.
Bu ucuzluk bir kendinde şey değil ama. Zamanında bir valinin “memlekete komünizm gelecekse, onu da biz getiririz” demesi gibi: İktidar eleştirilecekse, onu eleştirmek için aydınlanmacı, eşitlikçi, özgürlükçü, solcu ve hatta sosyalist bir konumda olmak gerekmez, bakın, ne biçim eleştiriyoruz, üstelik de inancımızdan taviz vermeden… Gelin canlar bir olalım!
Yemezler diyeceğim ama birileri de yiyor galiba. Sosyal medyada bu filme övgüler düzenlerin kaçı “organize”dir, kaçı naif genç, bunu ben bilemem. Önemi de yok. Ama “işte bu abi ya!”ların pek de az olduğu söylenemez. Filmleri “gişe” yapmayan, dizileri “reyting” almayan, ciddi bir sinema eleştirisinin dikkate bile almadığı ama ha babam film yapacak kaynağı bulabilen, üstelik de cin fikirli olarak parlatılan bir yönetmen var karşımızda. Pek çok oyuncuyu bağlayabilen, kendinden bir şekilde (!) söz ettirmeyi başarabilen, bir kısım gençlere “abi böyle çılgın şeyler lazım” dedirtebilen, kendince radikalleşmeye, politizasyona, özgürlükçülüğe alan kapatan bir proje bu.
Ne diyelim, bizim hiç “itirazımız yok”, aynen böyle filmler yapmaya devam edin. (Hikâyenin zaaflarına, cep telefonu şebekesi reklamı estetiğine hiç değinmedik bakın!) Edin ki, tarihe ve sinema tarihine “sağcılar film yapmayı bilmiyor” önermesini altın harflerle yazın. Biz deyince taraflı, ideolojik bakmış oluyoruz ya, ondan…
“1 Mayıs’la bu filmin ne alakası var?” diye sormuştuk yazının başlarında:
Yok, mu gerçekten?
(28)