Değerli sinemacı Engin Ayça’nın 2009 yılında kaleme aldığı ve daha önce hiçbir yerde yayımlanmamış olan yazısını okurlarımızla paylaşıyoruz. Oldukça önemli teorik konuları, entelektüel bir derinlikle ve somut olgular üzerinden tartışan bu yazıyı okuma kolaylığı yaratması açısından iki bölüm halinde yayımlamayı uygun bulduk. Yeşilçam Sineması’ndan, Popüler Kültüre, Ticari Sinemadan, Sinema Endüstrisine ve Ulusal Sinema başlıklarına kadar sinema camiasının sindirerek tartışması gereken bu yazıyı yayımlama iznini verdiği için Engin Ayça’ya Bağımsız Sinema Merkezi adına teşekkürlerimizi sunuyoruz. Yazı ile ilgili her türlü eleştiri, katkı ve düşüncenizi sitemize iletebilirsiniz. Verimli bir tartışmanın kapısını aralaması umuduyla.
Aslında bu durum salt sinemaya özgü değil. Genelde sanat için ve her sanat dalı için de söz konusu. Hatta bu, kültürü de içine alır, hatta bütün toplum bilimlerini de kapsar. Burada konuyu, özelde Türk sineması bağlamında düşünmeye çalışacağız.
Ağaç benzetmesiyle yola çıkacak olursak, her ağacın, üstünde yetiştiği bir toprak vardır ve ağaç kökleriyle o topraktan beslenir, toprak onun beslendiği zemini oluşturur. Ama topraklar da farklı farklıdır. Ayrıca toprağın işlenmesi ve beslenmesi de söz konusudur. Bu arada her ağacın kökü de farklı olabilir. Ağaçlar türlerine göre farklı ürünler verir, şekilleri, biçimleri, boyları farklı olur. Aynı toprak üstünde farklı ürün, yani zemin ve metin. Tarım benzetmesini burada kesip sinemaya dönelim. Genelde sinemanın evrensel özellikleri var mıdır? Bu, o kadar önemli midir? Evrensel özelliklerinin olduğu söylenebilir belki ama bana bu evrensel özelliklerden çok, buna bağlı, farklı olan özellikler daha önemli gibi geliyor. Evrensellik bana “aynılık”, “aynı olma” çağrıştırıyor. Bunu sanatsal üretimle bağdaştıramıyorum. Farklılık ise önü hep açık bir durum, gelişmenin, çeşitlenmenin bir yolu. “Genel geçer”in dışına çıkma, farklı olma, hatta aykırı olma. Doğa bilimlerinin ve toplum bilimlerinin gelişmesi hep farklı, aykırı olmayla başlamıştır. Sanat için de durum böyledir. Evrensellik ve genel geçere bağlılık, bağımlılık bir bakıma “tutucu olmayı” da içeriyor. Güvende olma, güvende kalma, korunma içgüdüsü doğada bütün canlılar için söz konusudur. Ama doğa bunu bir şekilde kırma, gelişmeye açık olma mekanizmasıyla çözmektedir. Bu, hem tutucu, korunmacı hem de açık olma ve risk alma durumudur. Birileri korurken, birileri aykırı, farklı olacak risk alacaktır. Bütün bilimler ve sanat genel geçerin ötesine geçmeye çalışır. Avrupa sineması diye genel bir durum kuşkusuz var, Avrupa kültürü, Avrupa sanatı gibi. Ama bu genel ortam içinde bir de İtalyan, Fransız, Alman, İsveç, İngiltere vb. sinemalarından, kültüründen, sanatından söz edilir. Ayrıca tek, tek yönetmenler de farklılıklarıyla öne çıkarlar. Burada kesip Türkiye’ye gelelim.
Cumhuriyet sonrası 1950 ‘ye gelinceye kadar Türkiye de sinemaya Avrupa ve Amerikan filmleri damgasını vurmuştur. Ezici çoğunluk onlardadır. Seyirci sinemayı bu filmlerle tanımış, bu filmlerin seyircisi olmuştur. Burada Avrupa ve Amerika deyip geçtiğimiz aslında her birinin beslenmesi ve hedefi farklı ulusal sinemaların filmleridir. Ülkelerinde gösterilmesi, kültürlerinin gelişmesini ve sürmesini sağlar. Başka ülkelerde gösterilmesinin ise ekonomik, kültürel ve ideolojik beklentileri vardır. 1950’lere kadar sinema salonu olan yerlerde insanlar bu filmleri seyrederek sinemayla tanışmışlar, sinemayı öğrenmişler ve ondan beslenmiş, etkilenmişlerdir. Bu seyircilere yerli yapım filmler üretmek istendiğinde seyircilerin zaten alışık olduğu söz konusu Avrupa ve Amerikan filmleri model alınmışlar ve konusu Türkiye de geçen, yönetmeni, oyuncuları, yapımcıları, diğer çalışanları Türk olanlar tarafından filmler çekilmeye çalışılmıştır. Oluşmuş, var olan pazara ( seyircilere) uyan filmler yapılmıştır. Zemin bu seyircilerdir ve onların sinema kültürüdür, sinemasal metin de buna göredir. 1950’lerle birlikte sinemanın zemini değişmeye başlar. Elektriğin yaygınlaşmasıyla, o güne kadar sinemadan habersiz kitlelere filmler götürülür, seyrettirilir, sinema Anadolu’ya açılır. Diğer yandan sanayileşme ve tarıma traktör girmesiyle fazla nüfus büyük kentlere hızla göç etmeye başlar. Bunlar da sinemayla ilk kez karşılaşır. Bu, bir çeşit tanışmadır. Devamı nasıl gelecektir? Bu yeni seyirciler neler isteyecektir, bu yeni pazara ne tür filmler götürülecektir? El yordamıyla, denemeler yapılır kuşkusuz. Onlara yabancı filmler gösterilir, bu filmlerden öğrenilerek çekilen yerli filmler götürülür ve bakılır. Bu yeni seyircilerin (pazarın) eğilimleri ölçülür. İstanbul’daki sinema çevrelerinin maddi olanakları çok sınırlıdır, yok gibidir. Film çekmek için para ve araç gereç, negatif-pozitif film, laboratuar, vb… gerekmektedir. Bunlar var mıdır? Tefeciden faizle alınan paralarla az zamanda, az olanakla, az bilgi ve görgüyle filmler çekilir. Denenir. Seyircinin eğilimleri doğrultusunda filmler yapılır. Ve Yeşilçam sineması oluşmaya başlar. Şimdi, bugünden geçmişe baktığımızda bazı durumları görmemiz gerekir. Bunlar nelerdir? Zemin değişmiştir öncelikle. 50 öncesi seyirciyle 50 sonrası seyircinin yapısı ve beklentileri, alışkanlıkları farklıdır. 50 öncesinde kentsel değerler ve kültür durumu belirlerken, 50 sonrasında durum belirlemesinde kırsal nüfusun kırsal değerleri ve kültürü etkili olur. Film üretimi buna eklemlenir. Polis sansürü ve parasızlık “garantiye” oynamayı, etliye sütlüye bulaşmamayı gerektirir, filmlerde güncel olayların, kişilerin toplumsal oluşumların işlenmesinden uzak durulur, belli bir soyutlama içinde genel kişilerin, genel durumlardaki ilişkileri, zengin ile fakir gençlerin aşk öyküleri iyilerle kötülerin çatışmaları gibi durumlar, dön baba dönelim usanmadan çekilir. Seyirci de buna tepki göstermez, usanmadan seyreder. Al gülüm ver gülüm ilişkileri sürer gider. Ortak bir sinema dili oluşur. Bütün yönetmenler buna uymaya çalışır. Senaryocular buna göre yazarlar. Bu, Yeşilçam’dır. Burada farklı, aykırı seslere yer yoktur. Senaryocular “aynı” senaryoları yazarlar, yönetmenler “aynı” filmi çekerler, oyuncular “ aynı” kişiyi oynarlar, seyirciler de “ aynı” filmi seyrederler. Bu anonim bir sinemadır. Kırsal kültürün geleneksel değerlerinden, masal anlatma ve dinleme durumundan beslenir. Onun sinema kültüründe devamı olur. Yeşilçam geleneği oluşur, kuralları, tipleri, anlatım tarzı belirlenir. Yeşilçam tarzı, bir sinemasal metindir, kırsal nüfus ve kültür zemininde oluşmuş, gelişmiştir. Burada yabancı filmlerin ve kültürlerin de etkisi kuşkusuz vardır, ama Yeşilçam metni, özgün anonim bir sentezdir, zeminine uyan bir sinemadır, kökleri oradadır, seyirciler yoluyla oradan beslenir. Bu süreç şimdilerde, bir biçimde televizyon dizilerinde sürmektedir.
Yeniden bir belirleme yapalım. Yeşilçam Sineması her şeyden önce bir kültürel olaydır. Sanatsal olay değildir. Yeşilçam’ı bir bütün olarak kültürel boyutta görmek gerekir. Orada sanatçıları aramak yerine bu kültürel olayı üreten insanlar görülmelidir. Yönetmeninden oyuncusuna, kameramanından senaryocularına, yapımcılarına kadar Yeşilçam’ı var eden herkes burada bu kültürel olguyu üretmek için üstlerine düşen görevleri yapmıştır. Bu kişileri sanatçı olarak görmek yerine zanaatçı, teknisyen olarak değerlendirmek daha doğru olur. Yeşilçam filmleri var olan bir kültürün devamıdır, o kültüre tekabül ettiği için seyirci tarafından tutulmuşlar, sevilmişlerdir. Oyuncular iyi oyuncu oldukları için değil, o kültürdeki bir olguyu karşıladıkları için var olmuşlardır, senaryocular o kültüre uygun yazmaya özen göstermişler, yönetmenler o kültüre uyan tarzda filmler çekmişlerdir. Asıl belirleyici ve yönlendirici seyirciler aracılığıyla o kültürdür. Bu kültür geleneksel sözlü halk kültürüdür. Yeşilçam’ı değerlendirmek, anlamak için sanatsal, estetik ölçütler kullanmak yerine kültürel ölçütlere başvurmak gerekir. Yeşilçam’da sanatsal boyut aramak doğru olmaz. Bütün Yeşilçam filmleri � aynı kodlara uyarlar, Yeşilçam Sineması gelenekseldir, üreticileri anonimdir. Kişiler bu anonimin hizmetindedir. Yeşilçam Sineması geleneksel, anonim bir sözlü halk kültürü sinemasıdır. Sanat ise yaratıcı kişisel bir üretimdir. Kuşkusuz Yeşilçam’da yaratıcı, kişisel filmler yapılmaya çalışılmıştır, ama bunlar çok çok azdır ve istisna oluştururlar, 6 bin film içinde 50’yi zor geçerler. Yeşilçam da herkes geleneksele, anonimliğe uymak zorunda kalmıştır. Bu bakımdan Yeşilçam, sanatsal değil kültürel bir olgudur. Orada kültür uygulayıcıları vardır, sanatsal yaratıcılar değil.
Yeşilçam Sineması için çokça kullanılan iki deyim vardır: ticari sinema ve popüler kültür. Bu deyişlerin de Yeşilçam için uygun olmadığını düşünüyorum. Çünkü bu iki deyimin de tanımları Türkiye’de üretilmemiş, ithal edilmiştir, farklı bir ortamın ürünleridir, Türkiye’ye göre yeniden düşünülmelidir. Batıda bir sinema sanayisi vardır. Yeşilçam sanayileşmemiştir. Batı kapitalist bir sanayi toplumudur. Öz sermayesi vardır, yatırım yapar, pazarlar. Türkiye’de durum böyle değildir. Batıda yazılı kültüre çok çok önceleri geçilmiştir. Bizde hala sözlü kültür etkilidir. Batı toplumlarında “birey” ortaya çıkmıştır, biz de bu hala söz konusu değildir. Ticari sinema, ticari filmler sanayileşmiş bir sinemanın ürünleridir, ticaret için yapılmışlardır, dolayısıyla onların ticareti yapılır. Onlar meta-filmlerdir. Sanayi ürünüdürler, pazarlanırlar. Halka pazarlanan popüler kültür içinde yerlerini alırlar. Bu bakımdan popüler kültürün parçasıdırlar. Popüler kültür, kültür sanayisi tarafından üretilir ve pazarlanır. Bu durum sanayileşmiş toplumlara özgü bir olgudur. Türkiye gibi ülkeler söz konusu olduğunda, otomatik uygulanmak yerine, gözden geçirilmeleri, yeniden tanımlanmaları gerekir. Yeşilçam sanayileşemediği için ürettiği filmlerin pazarlanması söz konusu değildir. Yeşilçam filmlerinden para kazanmış olmak, onları ticari film yapmaz. Yeşilçam’ın üretime ve pazarlamaya yatıracağı bir öz sermayesi yoktur. Yeşilçam’ın sermayesi seyircilerdedir. Onlar filmleri seyrederlerse, ödedikleri bilet paraları borç parayla yapılan filmleri, sonradan finanse etmektedirler. Batıda filmleri sermaye finanse ederken Yeşilçam’ı seyirci finanse etmiştir. Seyirci kendi kültürüne uyan, kültür kodlarına uyan filmlere geçmiştir. Yeşilçam’da bu kültür kodları uyan filmler yapmıştır. Bu bakımdan Yeşilçam ticari bir sinema değil, kültürel bir sinemadır. Popüler bir sinema değil popülist bir sinemadır. Yeşilçam, yabancı filmlerden, romanlardan çokça yararlanmıştır. Ama onları adapte (uyarlamamış) etmemiş, onları seyircinin kültür kodlarına uygun hale getirmiştir, dönüştürmüştür. Ferdi Tayfur’da seslendirmede aynı şeyi yapmıştır. Bu, yerlileştirme, yerli kültüre dönüştürme işlemidir. Yeşilçam Sinemasına bu gözle bakmakta yarar var.
Engin Ayça
DEVAM EDECEK
Leave Comment
If you liked this post, please comment on it!