Öncelikle hemen belirtmeliyim ki, bu metni “İF Bağımsız Filmler Festivali’nin” bir eleştirisi olarak okumak isteyecekler olabilir, hemen hatırlatmalıyım, bu metnin öyle bir “eleştiri” olması için öncelikle İF’in mevcut festivaller arasında nereye oturduğunu, nasıl bir yönde hareket ettiğini, festival düzenleyicilerinin tutumlarını değerlendirmem gerekir ama böyle yapmayacağım çünkü “film festivallerinin” aslında birbirlerinden çok da ayrı hatlara sahip olduğu yönündeki izlemin kırılması çok daha önemli. Konuya İF üzerinden bir giriş yapmamın tek nedeni, taşıdığı “Bağımsız Filmler” başlığının, festivallerin nasıl değerlendirilmesi gerektiğine dair daha açık bir örnek oluşturması, hepsi bu.
Cinebonus sinemalarını duymuşsunuzdur. Bu sinemaların sahibi Mars Entertainement Group, yanılmıyorsam 2010 yılında AFM Sinemalarının sahibi olan Esas Holding (Sabancılar’a ait) ile bir sözleşme imzalayarak AFM sinemalarının yüzde 90′ına sahip oldu. “İF Bağımsız Filmler Festivali’nin” sahibinden söz ediyorum. Yani sinema üzerinden festivali kutsamadan önce yerine işaret ediyorum, aslında bu yeri özel olarak İF için işaret ediyor değilim, hemen her festival için, örneğin İKSV veya büyükşehir belediyelerinin öne çıktığı festivaller için de benzer ilişkileri ve mekanizmaları işaret edebilmek mümkün.
Bir şirket açısından sinema işletmeciliği demir-çelik veya beyaz eşyadan elbette farklı değildir (Örneğin Esas Holding’in alanları sağlık, perakende, gıda vs.) Burada tartışma konusu olgu, sizin veya benim sinemaya biçtiğimiz değer değil, işletmenin “pazardaki” yeri ve ürün yelpazesini nasıl yöneteceği açısından filmler üzerinden “marka değeri” üretmektir; ancak bu marka değerini de sizin veya benim, sinemaya biçtiğimiz değerden kalkarak, dahası, bu değeri nelerle ve nasıl ilişkilendirdiğimizin bir sonucu olarak nasıl bir “tüketici davranışı” oluşturduğumuz belirliyor. Festivale gitmek eğer “kültürlü ve entelektüel olmak” (Bir başka önemli pazarlama kavramı da “festival atmosferi”) imgesi olarak alıcı kitlesinde yer edinmezse, söz konusu “tüketici davranışı” da istenilen düzeyde kâr sağlamaz (Bu kâr, örneğin bir belediye açısından “Kültüre ve halkın sanatla olan ilişkisine katkı sağlamak” çerçevesinde icraata tahvil edilen “siyasi” bir getiri de olabilir elbette).
Şu halde, otomobil üreticisi bir şirketin bir aracına “Cherokee” adını vermesi o şirketin “Kızılderililer” konusunda bir duyarlılığa sahip olduğunu nasıl ki göstermiyorsa, bir marka çalışması olarak bir festivale “Bağımsız Filmler” adının yakıştırılması da bir festivalin “sinema” konusundaki duyarlılığını göstermez. Peki “sinema” konusundaki duruşunu gösterir mi? Şöyle cevaplayabilirim: Öncelikle “Bağımsız Sinema” kavramına ilişkin olarak şu hatırlatmayı yapmak gerekiyor. ABD açısından “Bağımsız Sinema”, “Hollywood” sinematografisinin (buna aslında gişe filmleri de diyebiliriz) dışındaki sinemayı işaret eder, dolayısıyla bu alanda “Hollywood dışından” yapım şirketleri olduğu kadar, Hollywood şirketlerinin “Bağımsız” olarak adlandırdıkları kendi yan şirketlerine de vardır (Hattâ pazar payı açısından baskın konumdadırlar). İF’in “Bağımsız Filmler” etiketi de işte buna koşut bir noktayı işaret ediyor; pazarlamacı ağzıyla söyleyecek olursak, ürün yelpazesindeki (ki genelde onlar “ürün gamı” demeyi yeğler) “ana akım dışında” veya “muhalif” olarak etiketlenin ürünlerin alıcıyla buluşması (Üstelik “İF”, seyircisinde “partiler” yoluyla da bir ‘festival havası’ yaratmakta bana kalırsa diğerlerine göre daha bir usta). Burada “bağımsız” kavramı tıpkı bir 4×4′ün markasının “Cherokee” olması gibi, yani en geniş anlamıyla siyasi ve ideolojik bir konumlanmayı işaret etmiyor, dolayısıyla içerikte, “ana akım dışında” ve “muhalif” etiketli filmlerin de bu anlamda “ortak” bir noktada durduklarını düşünmek için geçerli bir neden yok, hele de günümüzün siyasi bağlamında “muhalif” kimliğinin özellikle de emperyalist söylemin bir eklemi haline getirildiğini düşünürsek…
“Sanatın yüceltilmesi” bütünüyle sanata odaklanan bir tartışma olarak görünebilir, ancak uygulamada “sanat işletmeciliğinden” ayrı bir konumlanmayı tarif etmek mümkün değil. Bu konuyu burada birkaç cümleyle geçiştirmek yerine Chin-tao Wu’nun “Kültürün Özelleştirilmesi” (İletişim Yayınları, Çev: Esin Soğancılar) eserinin özellikle de “Şirket Kültürünü Kucaklama” ve “Şirketler Sanat Ödülü Dağıtıyor” adlı bölümlerini tavsiye ediyorum; söz konusu eserdeki saptamalar ve örneklendirmeler sanata bugün “dünyevi” bir kutsallık atfedilmesinin temel zemininin ne olduğunu yeterince açıklıyor. Eğer sinema özelinde söyleyecek olursak, film izlemenin ama özellikle de “festivalde film izlemenin” başlı başına bir değer haline gelmesi, tam da sinemaya değer atfetmenin şirketler ve kuruluşlar lehine değer üretmeye başladığı noktayı işaret ediyor. Bu kuruluşların neye hizmet ettikleri işte bu sayede geride kalırken, pazarladıkları ürünlerin değerlenmesiyle “kültürel kimliklerini” üretiyorlar (Pazarlama olgusunun esası da, hedefi de budur zaten).
Biliyorum ki, eğer biri kalkıp da “Bir saniye, tekel konumundaki bir sinema işletmecisinin festival düzenlemesinde bir gariplik yok mu?” diye sorsaydı muhtemelen pek çok “muhalifin” ilk tepkisi “Tamam sinema işletmecisi olabilir ama bu da festival, kültürel açıdan önemli, ikisinin ne ilgisi var?” olurdu. Bu cevap her şirket, her vakıf veya her büyükşehir belediyesi için aynı şekilde kullanılabilir sanıyorum, ortada eğer “kültürel etkinlik” varsa, sanki o kültürel etkinlik kültürün özelleştirilmesinin mevcut ilişkilerinin dışında varolabilirmiş, sanki o kültürel etkinlik sanatı bizzat temsil ediyormuşcasına başka her şeyin rafa kaldırılması, gözardı edilmesi gerekirmiş algısı oldukça yaygın. “Sanatı kutsamanın” veya “sanata tükürmenin” gündelik kalıplarının kategorik olarak ayrıştığını söylemek doğrudur elbette, ancak kültürel kimlik (buna imaj da diyebiliriz) üzerinden “kâr” sağlamak söz konusu olduğunda buluşulan yer aynıdır.
Örneğin şiiri, romanı, tuvali “terör kanıtı” addeden, heykel deviren veya “müstehcenlik” davalarıyla çevirmenin, yayıncının tepesine binen iktidarın bir yandan da Frankfurt Kitap Fuarı’na mümkün olduğunca “ismi olan” edebiyatçı taşımaya çalışmasını ayrı olgular olarak mı değerlendirmek gerekir? Elbette hayır. Mesele, “malın” nerede “tanımlı” olduğu meselesidir. Başta “festivaller” demiştim ama festivallerle sınırlı kalması gerekmiyor. Örneğin “Kavramsal çerçevisini” Brecht’in Üç Kuruşluk Operası’dan “İnsan Neyle Yaşar” şarkısından alan 2009′daki İstanbul Bienal’inin sponsorunun Koç Holding olması çok mu şaşırtıcı?# Bu soruya Bienal’e ve sanata duyarlı olarak mı, yoksa Koç Holding’in Irak işgalinden nasıl nemalandığını bilerek mi cevaplayabiliriz? “Sanat sevdası” kavramsallaştırılması (tıpkı “sinema sevdası” gibi) hayat karşısındaki siyasi ve ideolojik duruşu sanat çerçevesine sığıştırıyor (hem de ite kaka), dolayısıyla hayatı, sanat üzerinden “okunabilir”, konumuza dönecek olursak, örneğin “filmler” üzerinden okunabilir, anlamlandırılabilir, hattâ eleştirilebilir hale getiriyor.
Bir saniye, bunda bir terslik yok mu, ideolojik ve siyasi duruşumuzla hayatı tahlil ediyor, filmlerin hayatla nasıl ilişki kurduğunu, film festivallerin sermaye ilişkisindeki yerini “okuyor” olmamız gerekmez miydi? Bu soru çok mu “ideolojik” oldu? Hayatın herhangi bir alanında “ideolojiden” (örneğin Evrim Kuramı’nın okullarda neredeyse suç unsuru haline getirilmesi, yeni Sosyal Güvenlik kanunu, Hollywood’un romantik komedileri) kaçılabilecek bir yer var mıdır? Durduğunuz yerde herhangi bir idelojinin söylemine şu veya bu şekilde, istemli veya istemsiz dahil olmadan durabilmeniz mümkün mü?
Sertaç Canbolat
Yorum yapın!
Söyleyecekleriniz varsa sizde yorum yapabilirsiniz