Bağımsız Sinema kavramı söz konusu olduğunda, Film yaratıcıları bileşenlerinden ilk akla gelenin Yönetmen olması şüphesiz bir Yönetmenlik ululaması değildir. Kavramın, yapımcılık müessesesiyle çelişkileri ve sıkıntıları olan yönetmenlerin seçimleri ve edimleri sonucunda ortaya çıktığı su götürmez bir gerçekliktir.
Çoğunlukla kendisine ait olan, kimi zaman da çok beğendiği bir senaryoyu, bir öyküyü, gözünün önüne getirdiği gibi perdeye de yansıtmak isteyen yönetmenin, öyküsüyle yükselmişken kendisini, “o satmaz”, “bu tutmaz”, “başrol de falanca oynamalı”, “şu kadar sürede tamamlanmalı” gibilerinden yere çakan cümlelere tahammülü yoktur. O kendisini, ister romantizm diye adlandıralım, ister sanatçı duygusallığı ya da bilakis işin doğası, her nasıl adlandırırsak adlandıralım, yaratıcı zekâsına ya da esin rüzgârına en çok teslim etmeye ihtiyaç duyduğu bir dönemde, böylesi maddi temelli ve kendisini sıkboğaz eden noktaları düşünmekten şiddetle kaçınacaktır.
Şüphesiz kapitalist üretim biçimi içersinde, en nihayetinde sanatsal bir meta üretiminin de –yeni filmler çekebilmek için de olsa- zamanlama, kâr zarar hesabı, dağıtım vb. yüz yüze kaldığı noktalar vardır. Bu konular gerçeğin ta kendisidir ve atlanmamalı hatta en kısa sürede halledilmeli, sorunlar giderilmelidir. Ama doğum sancıları içersinde kıvranan ve sanatsal bir üretimin eşiğinde duran Yönetmen için, bununla uğraşacak olan kendisi olmamalıdır. Tam bu noktada, “Yapımcı” kavramı ete kemiğe bürünmektedir Yönetmen için. Onun anlayışındaki Yapımcı, masa başı çalışmaları sürecinde olası sorunları tanımlayıp bu doğrultuda hazırlıklarını yapan, ilkesel olarak O’nu anlayıp, küçük hatırlatmalar ve manevra gerektiren özel durumlar dışında kendisini sanatıyla baş başa bırakarak tüm işleyişi idare edebilen kişidir.
Kapitalist toplumun Yapımcı’sı mesleğe ilk adım attığında bir Sosyal Demokrat hatta Sosyalist bile olabilir. Ne var ki içinde bulunduğu sistemin kuralları onun haricinde gelişip dönmediğinden, dünya görüşü ne olursa olsun o da oyunu kuralına göre oynamakla mükelleftir. Devamlılığının hatta var oluşunun biricik temeli budur. Kapitalist toplumun Yapımcı’sı, en nihayetinde bir sermayedardır ve “böylesi filmler yapabilmek için” bile olsa en nihayetinde kendisine dayatılan koşullar içersinde var olmak zorundadır. Bu noktada, “o parayı falanca yerde çatır çatır yemek” ya da “filanca işe yatırmak” dururken, böylesi bir tercih yapmış olması, sermayenin ve sermayedarın doğasını değiştirmemektedir. Böylesi bir Yapımcı’yla çalışan anti-kapitalist bir Yönetmen de, anlamak ve hak vermek kavramlarının farklı kavramlar olduğunun bilinci ve hayata her nereden bakarsa baksın kapitalist bir toplumda yaşadığı gerçeğinin farkındalığıyla, genellikle iki kavramın tam ortasında bir yerde durarak kendi iç barışını sağlamak ve iş ilişkilerini korumak zorunda kalmaktadır.
Sinema sanatının ya da film sektörünün en önemli bileşelerinden biri olan Oyuncu için ülkemizdeki durumsa, öyle pek de tartışılmış, fikirler üretilmiş bir konu olarak çıkmıyor karşımıza. 1980’de doğan çocukların bugün 30 yaşını geçtiği dikkate alınırsa, bırakalım öncesini, 80-90 arasını bile sadece yazılı ya da sözlü olarak aktarılanlardan bilen genç bir kuşak var aslında karşımızda. 80’lerin ikinci yarısındaki Yönetmen Filmleri dönemini anımsayanlarsa bugün artık neredeyse “orta yaş” statüsündedirler.
Neo-liberal politikaların tüm dünyayı olduğu gibi ülkemizi de sarıp sarmaladığı bu dönemden itibaren emek-sermaye çelişkisinde ibre öylesine sıkı bir dönüşüm göstermiştir ki, emek cephesinde yer alan ve alması gereken birçok emekçi-üretimci, sınıf atlama telaşı ve hayaliyle, sermayedardan daha fazla sermaye savunucusu kesilmiştir.
Bir yandan emeğiyle geçimini idame edenleri sıkıştıran ekonomik zorlukar, öte yandan pompalanan bir tüketim ekonomisi ve kültürü, yitip giden değerleri ve içi boşalmış kavramları da beraberinde getirmiştir. Sadece hak, hukuk, adalet, ahlak gibi temel unsurlar değil, sanat, kültür, spor, eğlence, tören gibi kavramlar ve olgular da bu erozyondan payını almıştır.
Hiç şüphe yok ki, 90’lı yılların ilk yarısından itibaren çoğalan Sinema-TV ve özellikle ikinci yarısından itibaren adeta patlama yapan Oyunculuk okullarının sebebi de kültürel ve sanatsal bir yaşam tarzının seçimi nedeniyle değil, oluşan piyasaya yön vermek, en azından piyasa pastasından pay almaktır. Açılan okulların başına kimi zaman kısa süreli, kimi zaman sadece göstermelik olarak piyasanın, sektörün ya da o sanat kolunun önemli ve saygın isimlerinin getirilmesi ve bir süre sonra uzaklaşmaları da bunun en önemli kanıtıdır.
“Mankenden oyuncu olur mu?”, “Kim oyuncudur, kim değildir?” gibilerinden tartışmaların da önünü kesen bu girişim sayesinde, güzel kızlarla yakışıklı erkekler Holivudvari* bir yaşam düşü ve pazarlama sisteminin içine sürüklenmektedir. Durmuş saatin bile günde iki kere doğru zamanı gösterdiği dikkate alınırsa, kimi zaman aradan çıkacak istisnaların sözünü ettiğimiz önermeyi yok sayamayacağı kesindir. Ama zaten bu heder oluşlar arasından süzülen 1 ya da 2 örnek, tam da bu sistemin temel dayanağı ve hatta doğasıdır. Bu şekilde rekabet ortamı sağlanacak, “senin için”lerin bedeli istenecek ve korku imparatorluğuyla, parlayan oyuncunun, hazırlanan plandan ayrılmaması sağlanacaktır. Yitip gidenler hiç bilinmeyecek, bilinenler de bir süre sonra unutulup gidecektir.
Böylesi bir tablo içersinde, geçmişten gelen kültür ve birikime sahip olan eski kuşakla, bir şekilde onlara ucundan da olsa yetişip etkilenen oyuncular, -kâh “çorbanın kaynaması” kâh “mevzilerin terk edilmemesi” amacıyla- sadece bir “iş”, bir “meslek” olarak gördükleri oyunculuğu bir zanaat olarak yapmaya devam etmek zorundadırlar. Yer yer ve zaman zaman mutsuzluk, tatminsizlik hatta kimi zaman bir iç çelişki haline dönüşen sanatsal kaygılarını ve ruhsal tatminsizliklerini de, insana, hayata dair iki çift söz söylemeye çalışan Bağımsız Film yapmak derdindeki Yönetmen’le kesişen yollarında doyuma ulaştırmaktadırlar.
Fazla abartmaya gerek yok. Oyunculuk en nihayetinde bir meslek, bir iştir. Tıpkı aşçılık, marangozluk, berberlik, şoförlük gibi. Ama aynı zamanda bir sanattır da. Edebiyatçılık, şairlik, ressamlık gibi. Sanatçılık kavramının bir meslek değil bir unvan olduğunu dikkate aldığımızda, hayatlarını idame etmek için gönüllerinin elvermediği işlerde yer almak zorunda olan oyuncuların durumu, kola içmeyen bir kola fabrikası işçisinden, sigara kullanmayan bir sigara fabrikası işçisinden ya da kot pantolon giymeyen bir kot taşlayıcısından çok da farklı değildir. Tek ve en önemli farkları (ki bu da hatırı sayılır bir farktır), koşulları uygun olduğunda, kimi oyuncuların birikimleri, kültürleri ve insana verdikleri değer bazında yer aldıkları kimi işleri reddetme şanslarının olacağıdır.
Bu bağlamda, Bağımsız Sinemanın Yönetmeniyle yolu kesişen Oyuncunun, içinde yer almaktan duygusal ve beyinsel tatmin yaşadığı çalışmalar günün birinde ekonomik tatmin de getirdiğinde, gönülsüz bir şekilde yapmak zorunda olduğu işlerden elini ayağını çekeceğini ileri sürmek bir hayal tacirliği değil, malumun ilamı olacaktır.
Bu yazıyı, konuya dışarıdan bakan, durumu çözümlemiş bir eleştiri yazısı olarak algılamak, yazarı dış kapının mandalı olarak görmekle eşdeğer olacaktır. Zira yazılanlar bir eleştiri değil bir tespittir. Yaklaşık 25 senedir Oyunculuk mesleğiyle iştigal eden birinin, insana, topluma, sanata, kültüre ve mesleğine bakarak çizdiği bir acı resimdir.
Renan Bilek
* Bu tercih sadece “Hollywoodvari” diye yazıldığında güzel durmayacağından değil, yerelleştirilmiş Hollywood anlayışı nedeniyle yapılmıştır. Yoksa Hollywood olarak yazıldığını bu yazının yazarı da bilmektedir hiç şüphesiz.
Leave a comment